Cumartesi, Ocak 28, 2006

Paylaşabilmek

Bu dünya biz insanlar, hayvanlar, bitkiler hep birlikte paylaşalım diye var edildi. Öyleyse bu kavga, bu mücadele, bu savaşlar niye?

Derslerde, kitaplarda hep öğretirler; ekonomi, "sınırsız insan ihtiyaçlarının kıt kaynakları kullanarak karşılanmasını ele alan bilim dalıdır". Bundan şu çıkarımları yapabiliriz:
  • İnsanlar açgözlüdür, çünkü ihtiyaçları sınırsızdır.
  • Dünyadaki kaynaklar kıttır.

Peki insanların ekonomisi vardır da, hayvanların ve bitkilerin ekonomisi neden yoktur? Çünkü onların ihtiyaçları sınırsız değildir. Sadece kaynaklar kıttır. Belgesellerde izlemişsinizdir. Aslan acıkınca gözüne bir geyiği kestirir ve bir yolunu bulup yakalar. Sonra karnını doyurana kadar geyiği yer. Karnı doyunca da çeker gider. Geyiğin artan kısmını da aslanın karnını doyurmasını bekleyen sırtlanlar, sırtlanlardan arta kalanını akbabalar, kalan son parçaları da bir tür çöpçü görevi yapan küçük kuşlar yer. Onlardan geriye birşey kalırsa da toprağa karışır gübre olur.

Bu olaydaki önemli nokta şudur: Aslan karnını doyurunca "bu geyiği ben avladım, yiyeceğimi yedim, geri kalanını da alıp eve götüreyim. Saklar sonra yerim, gerekirse kışlık kavurma yaparım " demez. Doğa kanunlarına göre yazılmamış bir sözleşme vardır ve her hayvan kendi payına düşeni aldıktan sonra çekilir.

Hayvanların kendi aralarındaki mücadele de ya güç savaşıdır, güçlü olan ayakta kalır (siyasi mücadele), ya da yaşamını sürdürebilme kavgası. Gerçek mücadele ortada bir geyik, iki aslan varsa olur. Bunun da temeli yine de kimin daha güçlü olduğunu gösterme telaşıdır. Güçlü olan geyiği önce yer.

İnsan ise böyle değildir. Hem siyasi mücadele yapar, hem de ekonomik. Karnını doyurması yetmez, hep daha fazla, hep daha çok ister. Bütün dünyayı verseniz, o uzaya göz diker. O nedenle iyi ahlak öğretilerinde, dinlerde hep az ile yetinmenin, paylaşmanın erdeminden bahsedilir. İnsanın özünde açgözlülük olduğu için bunun kötü birşey olduğu anlatılıp insanların nefislerini terbiye etmeleri istenir.

Dünyaya baktığınız zaman bütün bu karışıklıkların, kavgaların, savaşların nedeni ahlaki değerlerle, dini kurallarla kontrol altına alınamayan bu açgözlülüktür. Ülkeler birbirlerinin toprağına, kaynaklarına gözdiker, büyük şirketler daha fazla kar, daha fazla sömürü peşinde koşar, bireyler kendi çıkarları için ellerinden geleni artlarına koymazlar.

En önemli sorun ise en aşağıdaki ile en üstteki arasındaki gelir uçurumudur. Bu fark büyüdükçe de çözüm uzaklaşır. Sosyal adalet, yani kaynakların hakça paylaşımı çözüme giden en doğru yoldur. İnsanlar, emeklerinin karşılığını alabilmeli, daha çok emek harcayan daha çok kazanmalıdır. Bir Türk atasözünde dendiği gibi : "Biri yer, biri bakar, kıyamet ondan kopar".

İnsan hayatı çok uzun değil, en fazla yetmiş, bilemedin seksen yıl. Bu zamanı aşırı hırslarla, kavgalarla geçirip dünyayı yaşanmaz bir hale getirmeye ne gerek var. Yüz tane evimiz olsa hepsinde oturamayız, beş yüz arabaya binemeyiz, yüz milyar doları harcayamayız. Yeterince gelir, iyi bir yaşam standardı hepimize yeter de artar bile. Bırakalım geri kalan kıt kaynaklar bizden daha kötü durumdakiler için harcansın. Günde bir dolara Afrikalı bir çocuğun hayatının kurtarılabileceğini kaç kişi biliyor? Ya kendi ülkemizde? Ne kadar harcama ile bir çocuğun karnı doyurulup ona eğitim olanağı sağlanır? Kaynakların eşitçe dağıtıldığı, kavgasız, savaşsız bir dünya dileğiyle.

Pazartesi, Ocak 23, 2006

Her Yerde Kar Var

Dışarıda hoş bir kar yağıyor. Çocuk pencereden kartopu oynayanlara bakıyor. Annesine sesleniyor: "Anneciğim ben de dışarı çıkıp kartopu oynayabilir miyim?"

Bu ülke toprağı olup kimsenin hatırlamadığı doğudaki uzak köyde kar yolları kapamış. Dört adam bellerine kadar kara saplanmış, hastayı acilen ilçedeki hastaneye yetiştirmeye çalışıyorlar.

Dondurucu soğuğun ortasında bir trafik polisi trafik akışını sağlamaya çalışıyor. Kar şiddetini giderek arttırıyor. "Bir bardak sıcak çay olsada biraz içim ısınsa" diyor polis.

Uludağ'da bir otel. Herkes mutlu, bu yıl iyi kar yağmış. Kayak yapmak için pist uygun. Dışarıda kayak yapan insanlar var. Etraf çok kalabalık.

Ankara-İstanbul yolu Cankurtaran mevki. Karayolları ekipleri yoğun tipi altında yolu açık tutmaya çalışıyorlar. Kar o kadar yoğun ki açılan yol kısa sürede tekrar kar ile kaplanıyor. Dozer şoförü çocuklarını düşünüyor: "Saat gece yarısını geçti, uyumuşlardır herhalde."

Servis aracında şirket personeli sıkışık trafikte ilerlemeye çalışan araçları seyrediyor. Yerler karla kaplı ve artık donmaya başlamış. "Dilerim geçen yılki gibi eve varmamız 7 saati bulmaz, İstanbul'un bu halini hiç sevmiyorum" diyor biri.

Şehrin tepelerinde bir gecekondu mahallesi. Yine kar yağdı, yakacak yok. Tek göz, yıkılacak gibi duran evde anne çocuklarına sarılmış, yorganın altında onları ısıtmaya çalışıyor. "Şu karı, soğuğu hiç sevmiyorum" diyor.

Sınırda nöbetçi kulübesindeki asker kışlık giysilerine karşın yine de üşüyor. Silahının metali de buz gibi. Donduruyor. Evini, ailesini düşünüyor. "Kar yağınca sobada kestane pişirirdik" diye içinden geçiriyor.

Öğrenci sıkıntı içerisinde ertesi günkü sınava çalışıyor. "Daha çalışacak çok konu var, sınav keşke birkaç gün sonra olsa." O sırada gözü televizyona takılıyor. Alt yazı geçiyor: "Yoğun kar yağışı nedeniyle yüksek öğrenim kurumlarında yarınki dersler ve sınavlar ileri bir tarihe ertelendi." Çığlığı basıyor: "Yaşasın!"

Genç adam ve genç kadın şöminenin başında. Ellerinde birer kadeh sıcak şarap var. Dışarıda lapa lapa kar. Çok hoş ve romantik görüntü.

Havaalanında stres içinde biri. Gözü uçuşları gösteren elektrikli panoda. Yarın çok önemli bir iş görüşmesi için Amsterdam'da olması gerek. Panoda bir yazı: "Yoğun kar yağışı nedeniyle ikinci bir duyuruya kadar tüm uçak seferleri iptal edilmiştir." "Kahretsin, yine buralarda sefil olduk."

Dışarıda kar yağmaya devam ediyor. Radyodan eski bir şarkının nağmeleri odaya yayılıyor. "Her yerde kar var, kalbim senin bu gece..."
*Fotoğraf http://www.fotokritik.com adresinden alınmıştır.

Perşembe, Ocak 19, 2006

Affetmek- Hukuk Kimin İçin Gerekli

Affetmek; birçoğumuz için zor bir sözcüktür. Her yerde affetmenin erdeminden, affedenin büyüklüğünden sözedilir. Gerçekten de bu böyle midir? Affettiğimizi söylesek de gerçekten bizim çok üzülmemize neden olan birini yürekten affeder miyiz? Herşeyi unutup silbaştan yapabilir miyiz?

İnsanların affetmesi zor da, ülkelerin, toplumların affetmesi kolay mıdır? Amerikalılar 11 Eylül terör eylemini gerçekleştirenleri affeder mi? Ya Iraklılar, ülkelerini işgal eden, tepelerine bombalar yağdıran Amerikalılar’ı?

Ülkemize gelince unutmak isteyeceğimiz, bizi üzen, derinden yaralayan ne kadar çok olay var. Depremde çürük binalar yapanları, bu binalara ruhsat verenleri, terör eylemleriyle onbinlerce kişiyi öldürenleri, ekonomik krize neden olanları affedebiliyor muyuz?

Devletse ülkemizdeki en affedici organizasyondur. Belli aralıklarla çıkarılan vergi affı, sigorta affı, imar affı, stok affı, öğrenci affı, genel af ve şu anda hatırlayamadığım birçok af ile gerçek bir af şampiyonudur. Vergi, sigorta, imar, stok afları vatandaşlık edimlerini yerine getirmeyen açıkgöz ve üçkağıtçı ticaret erbabının işine yararken, öğrenci affı tembel öğrencilere bayram yaşatmaktadır. En kötüsü ise genel afdır. Kader kurbanlarını (ne demekse bu geri kalmış ülke garibanizm söylemi) kurtaracağız diye yola çıkan birtakım popülist siyasetçinin sonuçta ülkedeki bütün katilleri, hırsızları, sahtekarları, üçkağıtçıları, tecavüzcüleri dışarı salıvermesiyle sonuçlanan genel aflar bu aflar içerisindeki en tehlikeli olanlarıdır.

Oysaki Maslow’un İhtiyaçlar Hiyerarşisi Kuramı’na göre güvenlik ikinci derece bir ihtiyaçtır. Modern toplumlarda ise güvenliği kolluk güçleri aracılığıyla devlet sağlar. Hukuk düzeni de adaletin sağlanmasının yanısıra güvenlik ihtiyacının bir sonucudur. Toplum düzeninin ve güvenliğinin sağlanması için konulan hukuk kurallarına (yasalar) uymayanlara verilen cezalar eğer bir zaman sonra devlet tarafından affedilirse sonuçta hiçbir caydırıcılığı kalmaz.

Devletimiz böyle makro düzeydeki aflarını sürdürürken toplumumuz ise mikro düzeyde affedici olmamayı marifet saymaktadır. Yukarıda saydığım ve ülkedeki yaşam kalitesini düşüren bu aflara hiç tepki vermeyen bir baba, erkek arkadaşıyla masumca bir kafede otururken görülen kızının ölüm fermanını hemen imzalamakta, onu affetmemektedir. Kızcağız hemen erkek kardeşlerinden biri tarafından infaz edilmektedir. Hem zaten namusunu temizlediği için cezası düşürülen kardeş nasılsa 3-4 yıl sonra çıkacak afla bu cinayetten sıyrılacaktır.Yoksa bu bir kısır döngü müdür? Nasılsa af çıkar beklentisi yasa tanımazlığı tetiklemekte midir? Hem zaten bu ülkede vergisini, sigorta primini zamanında yatıran enayi değil midir?

Siyasetçiler istedikleri kadar af çıkarsınlar, aslolan vicdanların affetmesidir. Vicdanlar affetmediği sürece kağıt üzerindeki aflar düzeni bozmaktan başka bir işe yaramaz. Hukuk herkes içindir, adalet duygusu herkes içindir ve birgün herkesin hukuka, adalete ihtiyacı olur. Yasalar vatandaşların insanca yaşamaları için varolmalıdır. Ben, beni üzen bir arkadaşımı affedebilirim, ama bir katili, bir tecavüzcüyü, bir haydutu, sahtekarı, teröristi asla. Her ne kadar hafızası zayıf olsa da bu toplumun da affedeceğini sanmıyorum. Ülkemin yaşam kalitesinin yüksek olmasını, hukuk devleti olmasını istiyorum. Sokaklarında suçluların serbestçe cirit attığı bir ülke istemiyorum. Sizin de istediğinizi düşünmüyorum.

Perşembe, Ocak 12, 2006

Kuş Gribi

Bana göre kuşlar sevdiğim kuşlar ve sevmediğim kuşlar olarak ikiye ayrılır.

Sevdiğim kuşların başında tabii ki bir Fenerbahçe taraftarı olarak kanarya gelir. Pelikan ve papağanı da komik bulduğum için severim. Bir görünüp bir kaybolduğundan mıdır nedir, imajı pek olumlu olmayan karabatak da sempati duyduğum bir kuştur. Bunda ilkokulda resim dersinde kendime bir karabatak resmi bulmam ve onu model olarak kullanıp mozaik çalışması yapmamın da etkisi var sanırım.

Anneannemin balkondaki güvercinleri beslemesi nedeniyle balkona alışık olan güvercinlerin kapıyı/pencereyi açık bulduğunda içeri dalması ve sonucunda benim evin içinde güvercinlerle köşe kapmaca oynamak zorunda kalmalarım ise güvercinlerle aramda sıcak ilişkiler gelişmesine neden olmuştur. Bu köşe kapmacaların finalinde mağrur komutan olarak yakaladığım güvercini tekrar balkondan dışarı salmam da bu oyunun en güzel tarafı.


Bir de leylekler vardır kendime yakın hissettiğim. Yanlış anlaşılmasın beni getirdiklerine inandığım için değil bu yakınlık. Küçükken annem eğer leyleği havada uçarken görürsem o yıl çok seyahat edeceğimi söylemişti. Çocukluğumun Elazığ'ında leylek de çoktu demek ki, hep yuvada leylekler görürdüm. "Neden bunlar uçmuyor, uçsa da bu yıl çok seyahat etsem" derdim. Bırakın uçanını, canlı herhangi bir leylek görmeyeli o kadar çok oldu ki.

Asil duruşlu kuğular ise bana huzur verir. En sevdiğim yerlerden biri olan Ankara'daki "Kuğulu Park"'da bir banka oturup kuğuları seyretmek, birçok kişiye tuhaf gelse de (nedense Kuğulu Park'da huzur bulmamı anlayamıyorlar) hep kafamı rahatlatmıştır.
Sevmediğim kuşlara gelince listenin başında kargalar vardır. Hele ki evimizin balkonundaki (anneannemin beslediği) güvercinin yuvasına saldırıp yavru güvercinleri öldürdüklerini ve çaresiz anne güvercinin haykırışlarını gördükten sonra gördüğüm kargayı kovalarım. Ancak kargaların çok zeki ve kindar olduklarını, yaklaşık 200 yıl kadar yaşadıklarını öğrendikten sonra tedirgin olmadım da değil. Umarım bu yazıyı okuyan bir karga çıkmaz. Ömür boyu tepemde bana nefretle bakan kargalarla yaşamak pek hoş olmasa gerek.

İstanbul'un simgelerinden olan Boğaz, vapur, martı, simit dörtlemesindeki martılardan pek hazetmem. Bunun nedeni ise çok açık; küçükken TRT'de gösterilen (o zaman tek TV kanalı vardı) "Martı Adası" dizisi. O dizide sağa sola saldıran martıları gördükten sonra bilinçaltım hep beni uyarır: "Dikkat! Şu sevimli martı ummadığın zamanda gözünü oyabilir"

Şimdi bu sevdiğim ve sevmediğim kuşlar grip oluyor, birer birer ölüyorlar. Hatta kendileri ölmekle kalmayıp insanlara da grip virüsü bulaştırıp onların ölümlerine neden oluyorlar.

Basit bir hastalık olarak bilinen grip şu an kuşlar aracılığı ile fena halde öldürücü bir hal aldı. Anladığım kadarı ile durum oldukça ciddi, ama çözüm de bir o kadar kolay: Tavuk çiftlikleri dışında tavuk beslememek. İstanbul ve Ankara'da bile sokaklarında tavukların dolaştığı mahalleleri görünce asıl sorunun yoksulluk, cehalet ve bilinç eksikliği olduğu anlaşılıyor. Bu ise ülkemizin en büyük sorunu. Çözümü zor ve zaman alıcı. Sadece kuş gribi konusunda değil, ülkenin birçok probleminde karşımıza aynı şey çıkıyor. Bunu tartışmak ise birden fazla yazı konusu gerektirir.

Lafı uzatmadan, dilerim kuş gribi salgınını da biran önce daha fazla kayıp vermeden atlatırız ve bunun için herkes kendine düşeni yapar.

Bir sözüm de kargalar ve martılara: "Sizden hoşlanmadığımı söyledim ama inanmayın, sizi de tüm diğer kuşlar gibi seviyorum. İnsanlar da ölmesin kuşlar da. Hep birlikte paylaşacağımız koskoca bir gökyüzü ve dünya var".
*Fotoğraflar www.fotoajans.com adresinden alınmıştır.

Pazartesi, Ocak 09, 2006

Bayram


Bulutsuzluk Özlemi'nin bir şarkısında söylediği gibi;

"Hiçbir kere hayat bayram olmadı, ya da her nefes alışımız bayramdı"

Herkese iyi, mutlu, güzelliklerle dolu bir bayram dileğiyle...

Cumartesi, Ocak 07, 2006

Neden Blog?

Aslı'nın Günlüğü'nde beğenerek okuduğum "neden blog yazıyoruz" konulu yazıdan sonra ben de düşündüm. Bir blog sahibi olmaya nasıl karar verdim, insanlar blogları neden okuyor?

Ben kendi adıma söyleyeyim, hergün konuştuğum konuları yazıya dökmek, bunları daha fazla insanla paylaşmak istedim. Yazıları okuyanların da olumlu/olumsuz görüşlerini öğrenip geri dönüşleri almayı amaçladım. Benim gibi düşünen başka kişilerin varlığı ile mutlu olurken, karşıt görüşleri de saygı ile karşılayıp, olaylara farklı pencerelerden bakabilme yetisi edinmeye çabaladım.

Blogları neden okuyorum? Daha samimi, daha içten ve beklentisiz bulduğum için. Bazı yazılarda kendimi gördüğüm için.

Günlük gazetelerdeki herşeyi bildiğini düşünen, ülkeyi yönetmeye çalışan, bunu yaparken de kendilerini ve ait oldukları çıkar gruplarını kollayan köşe yazarlarından çok sıkıldım. Gazeteleri şirket gibi yöneten, dünyaya bağlı bulundukları holdinglerin penceresinden bakan genel yayın yönetmenlerini, halktan kopuk yaşayan, gittikleri yurtdışı promosyon gezilerini ballandıra ballandıra anlatan, akşama hangi mankenle hangi filmin galasına gideceklerini yazan köşe yazarlarını artık okumak istemiyorum.

Tabii ki kendileri istediklerini yazmakta serbest, ama bunlar artık benim ilgimi çekmiyor. İstanbul'da iki kişi hapşursa olay oluyor, Anadolu'nun başka bir yerinde kıyamet kopsa o kadar sansasyon yaratmıyor. Sanki İstanbul dünyanın merkezi, yaşam sadece burada sürüyor, ülke nüfusunun 6/7'si ise kimseyi o kadar ilgilendirmiyor.

Alışveriş eki diye en ucuzunun fiyatının neredeyse asgari ücret kadar olduğu ürünlerin yeraldığı reklam gazeteleri veriliyor, magazin diye belki bin, en fazla iki bin kişinin ne yapıp ne ettiği, nerede ne yiyip içtiği anlatılıyor. İnsan Kaynakları eklerinde ise başarılı iş kadınları, genç girişimcilerden söz ediliyor. Bu başarılı insanların soyadları ve şirketlerin ünvanlarına baktığınızda %80'inin aynı olduğunu görüyorsunuz. Yani babalarının şirketi. Ben kendimi kandırılmış hissediyorum. Televizyonlardan ise hiç bahsetmiyorum. Durum ortada.

Bu yazıyı hasbelkader medya büyüklerinden biri okusa en ağır şekilde haddimi bildireceğinden şüphem yok. Ama ne yapabilirim, düşüncem bu. Artık medyadan sıkıldım ve güvenmiyorum. Bu arada gece gündüz haber peşinde koşan, sosyal güvencesi olmadan çalışan muhabirleri, basın emekçilerini, anlattığım gruba girmeyen köşe yazarlarını tenzih ederim. Ne yazık ki medyanın ağırlıklı görünümü bu ve onlar azınlıktalar.

Dünya tarihinde sanayi devriminden sonra en büyük kırılma teknoloji devrimi ile gerçekleşiyor ve internet en önemli kilometre taşlarından biri. Şimdiye kadar insanlar belli grupların elindeki yazılı ve görsel basın (medya) ile yönlendirilirken, bugün internet sayesinde her site, her blog başlı başına bir gazete/televizyon işlevi görüyor. Bu sitelerin/blogların kontrolü çok kolay değil. Bu ise aslında toplumlarda demokrasi, çoğulculuk ve çok sesliliğin yayılması için önemli bir adım. İnsanlar pişirilen fiks menü yemeği yemektense kendileri yemek pişiriyor ve pişirilen farklı yemeklerden istediklerini yiyor.

Son söz olarak; ben blogumda içimi dökmeye ve sizlerle paylaşmaya devam edeceğim. Sizler de ne olur yazmaya devam edin. Bir yazarın dediği gibi, tarihi kişiler oluşturur, her yaşam başlı başına bir tarihtir. Bizler aslında başta kendi tarihimiz olmak üzere bloglarımızda tarih yazıyoruz.

Salı, Ocak 03, 2006

Farklılaşmak

Deniz otobüsü iskelesinde bekleyenlere dikkat etmişsinizdir belki. Bariyerin arkasındaki kalabalık kapılar açılır açılmaz koşar adım deniz otobüsünün en yakın kapısına akın eder ve kapının önünde yığılma yaşanır. Oysaki arka kapı da açıktır, ancak buradan binmeye çalışanlar azınlıktadır. Peki koşuşturan bu insanların ne acelesi vardır? Zaten herkes için yeterli yer yok mudur? Amaç pencere önündeki yerleri kapmaksa, boş olan arka kapı yerine ön kapı önünde yığılmak niyedir?

Akşam ağıla dönen koyunları göreniniz var mıdır? Hepsi ağılın kapısı önünde yığılırlar ve içeri girmeye çalışırlar. Giremeyince de çoban onları içeri sokar.

Yukarıdaki deniz otobüsü örneğinde olduğu gibi topluluk psikolojisiyle hareket ederseniz koyundan farkınız kalmaz. Ama eğer farklılaşabilir ve arka kapıya yönelirseniz kazançlı çıkarsınız.

Yaşamda da eğer kitle psikolojisi içerisinde davranırsanız birileri sizi güder. Yaratılan suni gündem, suni tartışmalar içinde sürüklenir gidersiniz. Evlilik yarışmalarında kim kiminle evlenecek, hangi siyasetçi ne dedi, kime dedi, niye dedi, ünlü pop yıldızı kime sataştı, taze manken adayı kiminle beraber...

Suni gündem sizi girdabına alınca gerçek sorunlardan uzaklaşırsınız, popüler kültürün esiri olursunuz. Çocuğunuzun okuldaki eğitim kalitesinin düşüklüğünden ziyade Seda ile Nihat ayrılacak mı konusu sizin için daha öncelikli olabilir.

Ancak burada bahsettiğimiz farklılaşmak "bukelamun" olmak değildir. Bukelamun ortam değişikliklerine uyum sağlamak için farklılaşır, renk değiştirir. Bu bir tür araziye uyum hareketidir. İrili ufaklı dansözlerin çok olduğu iş yaşamında bukelamunlara da bol miktarda rastlarız. Koyun sürüsündeki kara koyun olmak ise bir bedel gerektirir, bu bedel bazen dışlanma dahi olabilir.

Bizler peki ne derece "kara koyun" olmaya hazırız veya niyetliyiz. Farklılaşmak uğruna kara koyun olmalı mıyız? Tartışmaya değer.

Pazar, Ocak 01, 2006

Yeni Yıl


Bir yılı daha bitirdik ve yeni bir yıla başladık.Gazeteler, dergiler, televizyonlar geçmiş yılın muhasebesini yapıyor. Yılın “en”lerini seçiyor:

“En iyi film, en başarılı iş adamı, en popüler siyasetçi, en başarısız futbol takımı, vs., vs.”.
Bu listeleri yapmanın bize ne kadar yararı var bilmiyorum. Ancak gazetelerden birinde bir kişi;
“ Ben her yıl sonu kendi muhasebemi yaparım” diyordu. “Geçen yıl koyduğum hedeflerden kaçını başardım, neler yaptım, önümüzdeki yıl neler yapacağım.”

İşte bir anda ilgimi çeken bu oldu: “Kendi muhasebem!”, “Hedeflerim!”, “Önümüzdeki yıl planları!”.

Kaçımız bunu yapıyoruz ya da yapabiliyoruz ki? Geçmişin muhasebesi belki daha kolay:
“İşe gittim geldim, trafikte bezdim, iş yerindeki mutsuzluğum devam etti” veya “Muhteşem işler başardım, düşlerimi gerçekleştirdim, İspanyolca kursuna başladım, Çin Seddi’ni görmeye gittim, bir çocuğum oldu.”

Peki hedeflerimiz? Amaçsız, hedefsiz bir yaşam sürdürmek çok zor. Düş kurmadan yaşamak… Ama Türkiye’de yaşıyorsanız hedef koymak o kadar kolay mı? Son 5-6 yıldır ne kadar düş kurabiliyoruz? Depremler, ekonomik krizler, etrafımızdaki savaşlardan sonra… Hangi hedefleri koyabiliyoruz önümüze? Döviz kuru artmazsa, ekonomik kriz olmazsa, borsa yükselirse, faizler düşerse, Irak Savaşı biterse, AB müzakereleri başlarsa, olursa, olmazsa, biterse, ise, ise, ise…

Birey olarak bizim dışımızda gelişen, gelişmelerini etkileyemediğimiz ne kadar çok faktör var. Oysaki biz bunların gerçekleşmesini beklerken kendi yaşamlarımızı ıskalıyoruz. Global sorular ve sorunlar bizi ne kadar da çok meşgul ediyor, kendimize ait yaşamlarımızı çalıyor.

Eşimizle baş başa bir yılbaşı akşamı yürüyüşü için borsanın yükselmesi mi gerek veya Portekiz’i görmek için yerel seçimlerin sonuçlanması mı?

Aslında yaşam çok basit ve kısa, zaman ise çok çabuk geçiyor. Belki de küçük hedefler büyük mutluluklar getirecektir. Büyük mutluluklar ise, büyük hedefleri. Bir yerlerden başlamak gerek.

İyilik, mutluluk ve güzelliklerle dolu bir yıl dileğiyle.