Perşembe, Kasım 16, 2006

16 Kasım

Bundan tam sekiz yıl önce yine böyle güneşli bir 16 Kasım sabahı mutlu uyandım. İşe gittim, esprilerle ve gülücükler dağıtarak iş arkadaşlarıma da bu mutluluğu bulaştırdım. Öğlene doğru neden bilmem içimden bir ses Ankara’yı aramamı söyledi. Hemen telefona sarıldım. Karşımdaki ses annemin teyzesi idi. Heyecanla anneannen fenalaştı, ben de evde yalnızım, annenle baban hastaneye kontrole gittiler dedi. Onu sakinleştirmeye çalışarak kuzenimi ve kardeşimi aradım. Birine ambulans çağırmasını, diğerine eve en yakın akrabalarımızdan birine haber vermelerini söyledim. Yaklaşık yarım saat sonra hastanedeydiler. Bir saat sonra ise sevgili paşamı, anneannemi kaybettiğimizi öğrendim. O gün uzaklarda olsam da paşamın son saatlerini ben de paylaştım. Belki hissiyat, belki kader, şimdi bilemiyorum, ama iyi ki de aramışım dedim kendi kendime. Öğleden sonra ise eşimle Ankara yolundaydık. Ertesi gün yağmurlu bir Ankara günü Paşamı toprağa verdik. O gün öğrendim, mutlu bir sabahın devamının büyük bir üzüntü ile gelebileceğini, hayatın aslında pamuk ipliğine bağlı gibi olduğu, bir anda kopabileceğini.

1994 yılında yine bir kasım günü, ben askerliğimi yaptığım zamanlar gözümün önüne geldi sonra. Pazar günü akşam saat beşte birliğime teslim olmam gerekiyordu. Babaannem ise akşam altı uçağıyla Ankara’ya geliyordu. Rahatsızdı. Saatlerimiz çakışmadığından onu göremedim. Çarşamba günü birden baktım telefon kulübesi boş, bir babaannemi arayayım dedim. O zamanlar cep telefonu yok. Askerde telefon açmak ise bir dert, en az yarım saat telefon kuyruğunda beklemek gerek. Babaannemin sesi iyi gelmiyordu. Cuma akşam evci çıkacağım, görüşürüz dedim. Tamam dedi, ama sesi buna inanıyor gibi çıkmadı. O akşam ciddi bir kalp krizi geçirmiş, hastaneye kaldırmışlar. Ben Cuma günü evci çıktığımda evde bir matem havası vardı, herkes umudu kesmiş, teskin edici konuşmalar yapıyordu. Yine de sabah yoğun bakımda da olsa onu görmeye gidecektim. O 19 Kasım sabahı, Ankara’ya yine ince bir yağmur yağıyordu, daha evden çıkmadan kötü haberi aldık. Babaannemi en son uçağa doğru giden bir tabutta gördüm. Ama onu en son beni askere uğurlarken kapının önündeki haliyle hatırlıyorum. O gün de iyi ki aramışım dedim, en azından son bir kez olsun sesini duydum.

Bir 30 Mayıs günü ise, başka bir şeyi, profesyonelliği öğrendim. Bir süredir beklenen kötü haber kardeşimin telefonuyla geldi. Cuma günüydü işyerindeydim yine, dedemi kaybetmiştik. Haberi aldıktan 20 dakika sonra ise genel müdür yardımcısının odasında çok önem verilen ve acil bir projenin toplantısında. İçin kan ağlasa da şov devam etmeliydi. Bana hafta sonu çalışmam için bir diz üstü bilgisayar verdiler. Proje pazartesi gününe yetişmeliydi. Bir şey söylemeden bilgisayarı aldım, eve gittim. Cumartesi öğleden sonra yöneticim evden aradı. Biz o an düşünemedik, pazartesine yetişmese de olur, sen kendini toparla, cenazeye gitmek için izinlisin dedi. Ama artık çok geçti, cenaze o gün kalkmıştı. Projeyi bitirdim, pazartesi günü teslim ettim.

Yolun yarısını geçen ömrümde öğrendim ki eğer içinizden bir ses birisini aramanızı söylüyorsa arayın, ertelemeyin. Sonra bunu yapacak zamanınız kalmayabilir. Yaşam ise, biz ne kadar griler yaratmaya çalışsak da aslında siyah ve beyaz. Siyahlar ve beyazlar içinde bocalarken ömür geçip gidiyor. Profesyonellik ise… Bu konuda yorum yapmak istemiyorum.