Perşembe, Kasım 16, 2006

16 Kasım

Bundan tam sekiz yıl önce yine böyle güneşli bir 16 Kasım sabahı mutlu uyandım. İşe gittim, esprilerle ve gülücükler dağıtarak iş arkadaşlarıma da bu mutluluğu bulaştırdım. Öğlene doğru neden bilmem içimden bir ses Ankara’yı aramamı söyledi. Hemen telefona sarıldım. Karşımdaki ses annemin teyzesi idi. Heyecanla anneannen fenalaştı, ben de evde yalnızım, annenle baban hastaneye kontrole gittiler dedi. Onu sakinleştirmeye çalışarak kuzenimi ve kardeşimi aradım. Birine ambulans çağırmasını, diğerine eve en yakın akrabalarımızdan birine haber vermelerini söyledim. Yaklaşık yarım saat sonra hastanedeydiler. Bir saat sonra ise sevgili paşamı, anneannemi kaybettiğimizi öğrendim. O gün uzaklarda olsam da paşamın son saatlerini ben de paylaştım. Belki hissiyat, belki kader, şimdi bilemiyorum, ama iyi ki de aramışım dedim kendi kendime. Öğleden sonra ise eşimle Ankara yolundaydık. Ertesi gün yağmurlu bir Ankara günü Paşamı toprağa verdik. O gün öğrendim, mutlu bir sabahın devamının büyük bir üzüntü ile gelebileceğini, hayatın aslında pamuk ipliğine bağlı gibi olduğu, bir anda kopabileceğini.

1994 yılında yine bir kasım günü, ben askerliğimi yaptığım zamanlar gözümün önüne geldi sonra. Pazar günü akşam saat beşte birliğime teslim olmam gerekiyordu. Babaannem ise akşam altı uçağıyla Ankara’ya geliyordu. Rahatsızdı. Saatlerimiz çakışmadığından onu göremedim. Çarşamba günü birden baktım telefon kulübesi boş, bir babaannemi arayayım dedim. O zamanlar cep telefonu yok. Askerde telefon açmak ise bir dert, en az yarım saat telefon kuyruğunda beklemek gerek. Babaannemin sesi iyi gelmiyordu. Cuma akşam evci çıkacağım, görüşürüz dedim. Tamam dedi, ama sesi buna inanıyor gibi çıkmadı. O akşam ciddi bir kalp krizi geçirmiş, hastaneye kaldırmışlar. Ben Cuma günü evci çıktığımda evde bir matem havası vardı, herkes umudu kesmiş, teskin edici konuşmalar yapıyordu. Yine de sabah yoğun bakımda da olsa onu görmeye gidecektim. O 19 Kasım sabahı, Ankara’ya yine ince bir yağmur yağıyordu, daha evden çıkmadan kötü haberi aldık. Babaannemi en son uçağa doğru giden bir tabutta gördüm. Ama onu en son beni askere uğurlarken kapının önündeki haliyle hatırlıyorum. O gün de iyi ki aramışım dedim, en azından son bir kez olsun sesini duydum.

Bir 30 Mayıs günü ise, başka bir şeyi, profesyonelliği öğrendim. Bir süredir beklenen kötü haber kardeşimin telefonuyla geldi. Cuma günüydü işyerindeydim yine, dedemi kaybetmiştik. Haberi aldıktan 20 dakika sonra ise genel müdür yardımcısının odasında çok önem verilen ve acil bir projenin toplantısında. İçin kan ağlasa da şov devam etmeliydi. Bana hafta sonu çalışmam için bir diz üstü bilgisayar verdiler. Proje pazartesi gününe yetişmeliydi. Bir şey söylemeden bilgisayarı aldım, eve gittim. Cumartesi öğleden sonra yöneticim evden aradı. Biz o an düşünemedik, pazartesine yetişmese de olur, sen kendini toparla, cenazeye gitmek için izinlisin dedi. Ama artık çok geçti, cenaze o gün kalkmıştı. Projeyi bitirdim, pazartesi günü teslim ettim.

Yolun yarısını geçen ömrümde öğrendim ki eğer içinizden bir ses birisini aramanızı söylüyorsa arayın, ertelemeyin. Sonra bunu yapacak zamanınız kalmayabilir. Yaşam ise, biz ne kadar griler yaratmaya çalışsak da aslında siyah ve beyaz. Siyahlar ve beyazlar içinde bocalarken ömür geçip gidiyor. Profesyonellik ise… Bu konuda yorum yapmak istemiyorum.

Cuma, Temmuz 21, 2006

Karizma ve Reklam


Akşam işten çıkmışım, yorgunum. Üzerine bir de yaz gribi. Yaz gribinden nefret ediyorum, yaz olmuş millet denizde, bense ofiste boğaz ağrısı, burun akıntısı ile iş yapmaya çalışan bir gariban. Zaten bu sene izin de yok. Canım burnumda, bir an önce eve varsam da yatsam biraz modundayım.

Durağa bir çift katlı otobüs yanaşıyor. Gözüm hat tabelasında, tamam bizim tarafa gidiyor. Hemen atlıyorum içeri. Üst kata çıkacak dermanım yok. Alt katta yer bulsam diyorum. Hızlı bir yer taramasından sonra şoförün arkasındaki ters çift kişilik koltuk gözüme çarpıyor. Pencere tarafı boş. Şanslı günümdeyim sanırım. O tarafa ilerleyip oturuyorum. İyi işte dışarıyı seyrede seyrede giderim. Bazıları ters taraftaki koltukta yolculuk yapamaz. Mutlaka yolu görecek, yoksa midesi bulanır. Ben onlardan değilim. Amuda kalkarak bile otobüste , vapurda, trende giderim. Hep otobüsün gittiği yöne doğru etrafı seyrediyorum, bu kez farklı bir açıdan dışarıyı görme şansım var.

Otobüs hareket ediyor. Ben usulca sağa sola, yan şeritte giden arabalara bakıyorum. Arabalardaki insanlar da bana bakıyor, ama gülerek. Anlamaya çalışırken farkediyorum ki sadece bana değil, bizim otobüse bakıyorlar, otobüsü ve biz yolcuları gösterip gülüyorlar. Hatta çocuğun biri gülerek parmağıyla bizi gösteriyor. Yanımızdaki arabanın arka koltuğunda oturan keçi sakallı tip ise ön koltuktakilere beni gösteriyor ve gülerek birşeyler söylüyor. Öndekiler de bakıyor ve hep beraber gülüyorlar. Ben de ne var hemşerim havasında ters ters bakıyorum. Aşağıda yakalasam da şu herifin sakalını tek tek yolsam.

Otobüsün içine yöneliyorum bu kez. Diğer yolcular da farkında mı bu olayın diye. İlginçtir, benim dışımda pencere tarafında oturanların tamamı hanım. Ben de en önde ters oturduğum için hanımlar korosu şefi gibi mi duruyorum acaba? Bunun neresi komik ki?

Yaklaşık 45 dakika sonra ineceğim durağa varıyoruz. Ben hemen otobüsten aşağı iniyorum. Otobüsün dışına bakıyorum, ne var diye. Ne göreyim; her koltuğun hizasında mini etekli bir çift bacak. Otobüs kadın çorabı reklamı ile kaplıymış. Hadi hanımlar neyse de, ben üstü koyu renk takım elbiseli, ciddi duruşlu, altı mini etekli, naylon çoraplı. Gülenler haklı, ben de olsam gülerim. Herhalde en komikleri bendim. Karizma zedelendi, inşallah tanıdık birileri görmemiştir. Gerçi bizi parmağıyla işaret eden çocuğun babası bir ara cep telefonunun kamerasıyla çekim yapıyordu. Neyi çektiğini bilmiyorum. Dilerim kendimi bu vaziyette internette görmem. O otobüse mi, binmem bir daha , binersem de en fazla koridor tarafına.

Çarşamba, Mayıs 31, 2006

Yiten Zamanın Ardından

Günlük rutin koşuşturmaların içinde, evden işe işten eve gitmelerin yani, birden kafanızı kaldırırsınız ve bahçe duvarının kenarına oturmuş on-onbir yaşlarında 3 çocuk gözünüze takılır. Konuşmalarına kulak kabartırsınız, futbol konuşuyorlardır, kaçan bir golden sözediyorlardır. O an 25 yıl önceye gidersiniz. Farklı bir mekanda, farklı bir duvar üzerinde arkadaşlarınızla yaptığınız benzer konuşmalara. Futbolcunun adı değişmiştir, kaçan gol ise benzerdir. Bir uykudan uyanır, yenisine dalarsınız.

Geçen zaman neler getirmiştir, neler ise yitmiştir. On-bir yaşındaki çocuklar otuzbeş –otuzaltı yaşına gelmiştir. Yine futbol konuşuyorlardır, ama konuşma konularına iş-güç, çoluk çocuk da eklenmiştir. Göbekler büyümüş, bazılarının saçları azalmıştır. Yine bilgisayarda oyun oynuyorlardır, ancak Commodore64’den bu yana grafikler oldukça gelişmiş, oyunlar komplike hal almıştır.

Yitenler ise çoktur. O günlerde varolup şimdi aramızda olmayan aile büyükleri, arkadaşlar, komşular, zamanın popüler şarkıcıları, film oyuncuları, gazetecileri, siyasetçileri. Vakitsiz gidenler, beklenen kayıplar. Hulusi Kentmen yok artık, Cenk Koray, Adile Naşit. Hababam Sınıfı’nın haylaz öğrencileri yaşlı başlı adam olmuş. İnek Şaban –Kemal Sunal aramızdan ayrıldı. Yitirdiklerimiz sadece kişiler değil, bir dönem ve idolleri.

Aslında kaybettiklerimiz sadece bunlarla mı sınırlı? Çocukluğumuz, masumiyetimiz, kendi geçmiş günlerimiz. Şimdi acı, tatlı anımsamaktan başka kalan bir şey yok elimizde. Yine de insanın içi hafiften bir cız ediyor. Zaman acımasız, zaman bazen ilaç ama genelde gitti mi en telafi edilemeyen aslında. Hafta sonu gelince seviniyoruz, oysaki günler haftaları, haftalar ayları kovaladıkça geçip giden ömrümüz farkında olmadan. Günlük koşuşturma telaşında arada bir kafayı kaldırıp bakmak gerek, fren yapmak, es vermek belki. Geçmiş nasılsa geri gelmiyor, en azından bugünü yakalasak bari.

Pazar, Nisan 23, 2006

Yazmak ya da Yazamamak, İşte Bütün Mesele Bu

Yazamıyorum, vallahi de yazamıyorum. 36 yaş yazısında takıldım kaldım. Oturuyorum yazmaya başlıyorum, iki paragraftan sonra kalıyorum. Bir de içime sinmeyen bir yazıyı yayınlamak istemiyorum. Blog uzun zamandır hareketsiz, bunu da yazılarımı oluyan kişilere karşı saygısızlık olarak nitelendiriyorum. Böyle giderse 36 yaş yazısından sonra ilk yazım 37 yaş yazısı olacak gibi görünüyor. Bu da feci bir durum olur. O yüzden bu açıklamayı yapma ihtiyacı duydum.

Son iki ayım çok hareketli geçti ve sonuçta yeni bir işe başladım. Düzenim değişti, alışmaya çalışıyorum, kafam çok yoğun ve düşünecek çok şey var. Sanırım yazamama sebebim bu, kafamı toparlayamıyorum. Bana lütfen biraz süre verin, en kısa zamanda yeni yazıları yayınlayacağım.

Bu arada bugün 23 Nisan ve tarihimizde çok önemi bir gün. Bugün ulus iradesi kendini ortaya koyarak tam bağımsızlık için yola çıktı ve bu ulus mucizeyi gerçekleştirerek Türkiye Cumhuriyeti'ni kurdu. Bunu sağlayan başta Mustafa Kemal Atatürk ve arkadaşları ile tüm şehitlerimize minnettarız. Ruhları şadolsun.

Pazartesi, Nisan 03, 2006

36. Yaş

Bugün 36. doğum günüm. 35 yaşımı geçtiğim için artık yolun yarısı bunalımlarında değilim. Son birkaç yıldır nedense doğum günlerimde bir hüzün çöküyordu üstüme. İlk yaşlılık bunalımını 21 yaşında, ikincisi 23 yaşında, sonuncusunu da 30 yaşında geçiren birisi için bu çok normal sanırım. Ama bu yıl ilk defa çok değişik bir şey oldu ve kesinlikle tuhaf bir doğum günü yaşıyorum.

Ne mi oldu? Öncelikle yeni bir işe başlayacağım ve tamamen tesadüf eseri bugün sözleşme yapmaya gittim. Ben sözleşmeyi imzalarken anlaştığım yerin uzun süredir devam eden satış görüşmeleri sonuçlandı ve yabancı bir grupla anlaşma yapıldığı açıklandı. Ve bunların hepsi benim doğum günümde oldu. Hayır mı, şer mi zaman içerisinde göreceğim, ama benim için çok ilginç bir gün olduğu kesin.

Artık 36 yaşındayım ve yaşlandığımı düşünmüyorum. Sadece biraz daha büyüdüm ve olgunlaştım. Her geçen gün de bu süreç devam ediyor. 36 yaşım , seni seviyorum.

Son 6 yıldır her doğum günümde Mask grubunun çok sevdiğim bir şarkısını dinliyorum. Bu yıl da dinledim. Bu benim geleneksel doğum günü şarkım.


… Yıllar geçiyor, yaşlanıyoruz galiba
Kim farketmiş ki biz farkedelim.

Koridorlar zaman içinde, geniş ışıklar, karanlıklar
Savaşlar, barikatlar, dostluklar, sessiz yalnızlıklar…

Yıllar geçiyor, yaşlanıyoruz galiba
Kim farketmiş ki biz farkedelim.

Çarşamba, Mart 29, 2006

Dostlar Ne İçindir

Bir gün canınız çok sıkkındır, zor durumdasınızdır. Ne yapacağınızı bilemezsiniz. Bir arkadaşınızı ararsınız. Sorununuzdan bahsedersiniz. Birkaç dakika sonra peşpeşe telefonunuz çalmaya başlar. Arayan diğer arkadaşlarınızdır. Herkes size yardımcı olmaya çalışmakta, moral vermektedir. Gece geç saatlere kadar telefon hiç susmaz. Bir anda sorununuzu unutur, mutlu olursunuz.

İşte gerçek arkadaşlar, dostlar bunun içindir. Bu paradan, puldan, makamdan, mevkiden daha önemlidir. Hiçbir maddi değerle de ölçülmez.

Genelde iş hayatında çok fazla dostunuz, arkadaşınız olmaz derler. Ben inanmıyorum. İşyerinde birçok insanla muhatap olursunuz. Bu kişileri siz seçmezsiniz. Ancak içlerinden bir veya iki kişi arkadaşınız olsa bile çok şanslısınız demektir. Çalıştığınız her yerde birkaç dostunuz olsa bir zaman sonra bir bakarsınızki birçok dosta sahipsiniz.

Son günlerde yaşadıklarımdan sonra gördüm ki bir sürü dostum varmış. Benim için bundan daha büyük bir mutluluk olamaz. Beni yalnız bırakmadıkları için tüm dostlarıma çok teşekkür ederim. Hepsini çok seviyorum.

Pazar, Mart 19, 2006

Tercihler- Gemileri Yakmak

Coca Cola reklamının sloganı çok hoşuma gidiyor: “Yaşam yaptığınız tercihlerdir” Can Dündar ‘da seçtiğiniz eş aslında seçtiğiniz yaşam tarzıdır der. Ona katılıyorum.

Hepimiz yaşamımızın belli dönemlerinde belli kararlar almak, seçimler yapmak zorunda kalırız. Bu seçimlerimiz yolumuzu belirler. Otobandan mı gideceğiz, tali yola mı sapacağız, yoksa hava veya deniz yolunu mu kullanacağız? Bu yolların bazısı aynı yere çıkarken diğerleri belki de bizi çok farklı bir yere götürebilir.

Bilmiyorum kadere, kısmete inanır mısınız, ben inanırım. Ama bunun şu saat, şu dakikada şöyle olacak gibi olduğunu düşünmüyorum. Kader yaşamımızın ana hatlarını belirler. Arayı biz doldururuz. İyi veya kötü doldurmak ise bize kalmış. Boşlukları doldururken de işte sözünü ettiğim tercihler önem kazanır. Peki bu tercihleri nasıl yaparız?

Bize hep mantığımızla davranmamız gerektiğini öğretirler. Bazen hissi davranıyorsun diye eleştiriliriz. Ben her zaman mantığımızla davranmanın doğru olduğunu düşünmüyorum. Sonuçta makine değiliz ve insanız. İnsanların da duyguları vardır. Karar verirken de duygu mantık dengesini bir şekilde sağlamalıyız. Hatta bazen tamamen mantığımızla karar verirken bazen de tamamen duygusal davranmak daha doğru olabilir.

Sonuçta kimi zaman gemileri yakmak da bir çözüm olabilir. Mantıklı davranmak uğruna içimize sindiremediğimiz durumları kabullenmemeliyiz. Ne demişti Murathan Mungan:

“Yaktım gemileri, dönüş yok artık geri.
Tak etti canıma bu maskeli balo Ve onun sahte yüzleri.”

Pazar, Mart 05, 2006

1990’lar

1990’lar flu yıllardı, değişim rüzgarları yılları. 1970’lerin, 1980’lerin çift kutuplu dünyasındaki kutuplardan birinin yok olduğu yıllar. Aslında kafalar karışıktı. Kendi bloğu çökenlerin kendini boşlukta hissettiği, kazanan tarafın da rakipsiz kaldığı bir dönemdi. Bazıları da artık soğuk savaşın bittiğini, bundan sonra tüm kaynakların insanların iyiliği için harcanacağını düşünüyordu. 2000’lere gelindiğinde bunun böyle olmadığını gördüler.

Benim açımdan 1990’ların başı üniversite yıllarımdı ve çok mutluydum. Mezuniyet sonrası ise iş bulma, iş değiştirme koşuşturmaları, İstanbul’a geliş, askerlik, evlilik, aile büyüklerinin kaybı. Düzen kurma, iş hayatında tutunma mücadelesi yılları.

Türk siyasetinde de değişim rüzgarı esiyordu. Eski kuşak politikacılardan sonra Mesut Yılmaz ve Tansu Çiller gibi yeni ve genç isimler parti başkanı olmuşlardı. Sarışın, güzel bir kadın başbakanımız olunca herşeyin düzeleceğini, daha iyi olacağını sanmıştık. Oysa ki bu sarışın kadın önce 1994 ekonomi krizine neden olup finalde ise İslamcı Refah Parti’si ile koalisyon yaptı. Tüm bunlar 28 Şubat “postmodern” askeri müdahale ile sonuçlandı. Mesut Yılmaz ise başka bir hayal kırıklığı idi.

1990’ların Türkiye’deki en önemli etkisi pop müzik patlamasıydı. 1980’ler boyunca arabesk müzik ile dolan kulaklarımız artık heryerde pop müzik duyuyordu. Hatta bu patlama o kadar etkiliydi ki, Küçük Emrah gibi arabeskçiler bile imaj değiştirip popçu oldular.

Sonuçta 1990’lar da geldi, geçti. Kafası karışık yıllardı. Ne 1970’ler gibi derin, ne de 1980’ler gibi sıkıcı. Bana göre ne iyi hatırlanacak, ne kötü. İşte öyle bir dönem.

Salı, Şubat 28, 2006

1980’ler

1980’leri öncelikle durgunluk ve sessizlikle hatırlıyorum. Bunda 12 Eylül askeri müdahalesinin de etkisi var sanırım. Sonra ise Turgut Özal ve hareket, sonra da değişim. Bu değişim iyi miydi, kötü müydü burada tartışmayacağım. Bir de kulağımda bolca arabesk müzik tınısı kaldı çokca.

1970’lerde başlayan köyden kente göç 1980’lere gelindiğinde doruk noktaya ulaşmıştı. İlk göç edenler artık şehre iyice yerleşip kendi kurallarını, zevklerini şehre kabul ettirmeye başlamış, bir taraftan da yeni göç dalgalarıyla şehirlerdeki nüfus çoğunluğunu ele geçirme yolunda önemli adımlar atmışlardı. Şehirlerin dışında varoşlarda yeni ve küçük birer Anadolu köyleri, kasabaları oluşmuş, göçedenler adetleri, alışkanlıklarıyla gelmişlerdi. Ama şehirde kendilerini nasıl ifade edeceklerdi? 1970’lerde ortaya çıkan arabesk müzik işte bu ortamda piyasayı ele geçirdi.

Kendini ifade etme arayışının yanında tek radyo/TV yayıncısı TRT’nin arabesk müziği yasaklaması da belki bu cazibeyi arttırdı. Ayrıca şarkıcı filmleri de arabeskin popülaritesini biraz daha perçinledi. Orhan Gencebay’dan sonra piyasaya çıkan İbolar, Ferdiler, Müslümler hepsi Anadolu’dan İstanbul’a gelen gariban delikanlılardı. Bu filmlerde şehirli bir kızı sever, ama sınıf, kültür farkından dolayı ona ulaşamazlardı. Finalde ise kız da onları sever, oldukları gibi kabul eder ve zafer bu gariban delikanlıların olurdu. Aslında bu şehir ile olan savaşın kazanılması idi, birçok gence sen de başarabilirsin, kendini bu büyük şehre kabul ettirebilirsin mesajı, umudu idi.

24 Ocak kararları ile dışa açılan ve radikal değişikliklere uğrayan ekonomi ilk dönemde büyük dinamizm göstererek gelişme kaydetmiş, enflasyonist ortamda büyüme stratejileri aslında sahte bir cennet yaratarak kolay para kazanan, köşe dönücü bir sınıf yaratmıştı. 1990’larda karşılaşacağımız ekonomik krizlerin temeli aslında bu yıllarda atıldı. Bu dönemde ekonomide, siyasette en çok hatırladığım sözcükler; “ortadirek, papatyalar, hanım bir kaset koy da neşemizi bulalım”.

Dünyada ise Reaganism ve Thatcherism ile ifade bulan yeni muhafazakar akımlar etkin olurken soğuk savaş hala devam ediyordu. ABD, Doğu Bloku ile mücadeleyi “Rambo”, “Rocky” gibi Holywood kahramanlarına havale etmişti. Ayrıca “Yıldız Savaşları” projesi de devam ediyordu. Sovyetler Birliği ‘nde ise Gorbaçov’un işbaşına gelmesi ile değişim rüzgarları esiyordu. Sonunda 1989’da Berlin Duvarı yıkıldı, Doğu Bloku dağıldı ve soğuk savaş bitti.

Dünya müziğinde Afrikalı açlar için düzenlenen “Live Aid” konserleri dikkat çekerken “breakdance” salgını bugünün hiphopçularının ağabeylerini karşımıza çıkarmıştı. 1980’lerin bence müziğe en kötü etkisi “Modern Talking”, “Nina” gibi felaket Alman popçularının piyasaya çıkmasıydı. Permalı saçlı, vatkalı omuzlu, kılıksız popçular tuhaf bir ritm eşliğinde şarkılarını icra ediyor, insanlar da bunlarla eğleniyorlardı.

İlk gençlik yıllarımın geçtiği 1980’leri özlüyor muyum diye düşününce pek özlemediğimi düşünüyorum. Bu yıllar, bir an önce geçse de bitse dediğim sıkıcı yıllardı. Bir taraftan da şimdi geriye bakınca yine de insanın içi bir tuhaf oluyor. Ne de olsa yaşamımın koca bir on yıllık dönemi. Sonuçta 1980’ler de bitti ve geldik 1990’lara.

Pazar, Şubat 19, 2006

1970’ler

Fonda Erkin Koray’ın “Sevince” adlı şarkısı çalıyor. Bu şarkı bana nedense fena halde 1970’leri hatırlatıyor. Çağan Irmak Çemberimde Gül Oya dizisinin o yıllarda geçen bir bölümünde bu şarkıyı kullanmıştı. Sanırım ilk o zaman farkettim bunu.

1970’ler bana neyi mi hatırlatıyor? En başta çocukluğumu, oyun oynadığımız boş arsaları, margarinin adının “Sana”, deterjanınkinin “Omo” olduğu günleri, Ömercikli, Ayşecikli, Arzu Film’in kalabalık kadrolu komedi filmlerini, Milliyet Çocuk dergilerini, Murat 124, Anadol otomobilleri… Daha masum yıllar mıydı, yoksa bana mı öyle geliyordu. Çocukken herşey masumdur, çünkü sen masumsundur. Zaman geçer, büyürsün ve “biz büyüdük ve kirlendi dünya” mı olur? Bilemiyorum. 2000’li yıllar da belki bugünün çocuklarına masum gelecek yirmi yıl sonra.

Duygusallığı bırakıp daha bir objektif bakmaya çalıştığımda bu yıllara, düşünüyorum da, yine savaşlar, kötülükler yok muydu. Soğuk Savaş vardı en azından dünyada, CIA, KGB operasyonları, işgaller, Latin Amerika’da darbeler vardı. Uluslararası terör yeni yeni ortaya çıkıyordu. Ülkemize bakınca, ekonomik krizleri, siyasetteki çekişmeleri, terörü, yoklukları hatırlıyorum. O zamanın hortumcuları, çıkarcıları eksik miydi, tabii ki değildi. O zaman değişen neydi derseniz bilemiyorum, ama bana yine de farklı geliyor.

Biz bir dönüşümün başlangıcını yaşadık her birlikte. Köyden kente göç o zamanlar başladı. Arabesk müziğin ortaya çıkışı o yıllardadır. Bahçeli eski evlerin apartmana dönüşümünü, oyun oynadığımız boş arsalara birer birer apartman dikildiğini gördük. Ağırlığı köylü olan toplumun şehre yerleşerek kendini kabul ettirme çabalarının ilk günleriydi o zamanlar. Bugün şikayet ettiğimiz bir çok konunun temeli o yıllara dayanır.

Hatırladığım, zengin ve fakir arasında da bugünkü kadar uçurum yoktu. Zenginler o zamanın Türk filmlerinde genellikle Hulusi Kentmen’in oynadığı fabrikatör gibiydi. Ülkede zaten her türlü ürün olmadığı için paranız olsa da alamazdınız. Ancak yurtdışına gidebilenler farklı şeyler getirirdi. Margarin sadece “Sana” yağı olduğundan zenginler de orta halliler de Sana kullanırdı. Durumu daha kötü olanlar teneke kutudaki “Vita” ‘yı alırdı, sanırım daha ekonomik olduğu için. O günlerin İstanbul’unu pek bilmiyorum, ama bildiğim Vita fabrikası bugün Bakırköy’deki Carousel Alışveriş Merkezi, Esentepe’deki Arı Bisküvileri Fabrikası’nın yerinde Maya-Akar Center İş Merkezi (30 katlı bir gökdelen) var. Margarin ve bisküvi markası ve fabrikası ise sayamayacağım kadar çok.

Şimdi 2000’lerdeyiz. 1970’li yılların üzerinden neredeyse 30 yıl geçti. O günlere tekrar dönemeyiz. Ancak yadedebiliriz. Kulağımızda bir tını, yüzümüzde bazen acı, bazen hoş bir tebessüm, bazen içimiz cızırdayarak, bazen gözyaşlarıyla. Geçip giden zamana geri dönmek imkansız çünkü.

Fonda Erkin Koray şarkısı devam ediyor…

“öyle bir yol tutmuşum ki sorma
inandım ki sevince vardır dünya
sevincedir günlerin bir başka
durma dostum sen de yer ver aşka
sevmek bil ki doğmaktır yeni baştan
aşık oldum galiba yavaştan
oo sevince..”

Cuma, Şubat 17, 2006

Sınıf

George Orwell’in “Hayvanlar Çiftliği” isimli romanını bilenleriniz vardır. Romanda kendilerine kötü davranan çiftçinin boyundurluğundan kurtulmak isteyen hayvanların çiftliği ele geçirme mücadelesi ve çiftliği ele geçirdikten sonra da kendi iç kavgaları anlatılır. Eşitlikçi bir düzen elde etmek için yola çıkan hayvanlar sonuçta domuzların baskıcı yönetimine boyun eğmiştir. Hatta finalde hayvanizmin ilkelerinden “iki ayakla yürüyenler kötüdür, dört ayakla yürüyenler iyidir” ilkesi “iki ayakla yürüyenler de iyidir, dört ayakla yürüyenler de” olarak değişmiş, domuzlar artık iki ayak üzerinde yürümeye bile başlamışlardır.

Sınıfsız, eşitlikçi toplum isteği yüzyıllar boyu insanların hayallerini süslemiş, bunu gerçekleştirmek için birçok düşünür, siyasetçi, akademisyen teoriler, sistemler önermişlerdir. Oysa ki sınıfsız bir toplum hayal olmaktan öte tarafa geçememiştir.

Önceki yüzyıllarda asiller, din adamları, halk kesimleri olarak görünen ayrım daha sonra ticaretin gelişmesiyle burjuvazi eklenerek genişlemiş, demokrasilerin gelişmesiyle de genellikle yönetenler ve yönetilenler olarak ortaya çıkmıştır.

Ülkemizde ise tarihsel sürecin sonucu olarak pek sınıf yoktur. Osmanlı’da kulluk sistemi vardı. Mülk padişahındı, padişah dışındakiler ise kuldu ve ancak hükümdar izin verirse mülk sahibi olurdu. Dolayısıyla da Avrupa toplumlarındaki gibi bir sınıf ayrımı Osmanlı İmparatorluğu’nda olmamıştır.

Günümüzde ne yazık ki Türkiye’de bir “siyasetçi sınıfı” oluşmaya başlamış, bu sınıf da hortumcu, çıkarcı, iş takipçileri gibi alt dallara ayrılmıştır. Hortumcu, çıkarcı alt gruplar “kolay para kazananlar sınıfını” yaratmış, ayrıca “medya sınıfının” gelişmesini hızlandırmıştır. Medya sınıfı ellerindeki medya unsurlarını kullanarak ülkeyi yönetme sevdasına kapılmıştır. Kolay para kazananlar sınıfı ise bu kolay ve çok para kazanma işini çok sevmiş, siyasetçi ve medya sınıfları ile birlikte oluşturulan sac ayakları ile ülkede etkin olmuştur. Bu saadet zinciri 2000-2001 ekonomik krizine kadar sürmüş, Serdar Turgut’un deyişiyle üçgenin ekonomi tarafı tasfiyeye uğrarken, siyasi taraf da 2002 genel seçimleri ile aynı akıbeti yaşamıştır. Her dönemin kazananı medya sınıfı mevzi kaybetmesine karşın durumunu korumuştur. Bugüne bakınca ise tasfiye olan siyasetçi ve ekonomi sınıfının yerini başka bir siyasetçi ve ekonomi sınıfının aldığını, oyunun ise hep aynı şekilde süregeldiğini görmekteyiz. Shakespeare’nin dediği gibi “yaşam bir tiyatro sahnesidir, oyuncular değişir, oyun hep devam eder”.

Konuyu biraz daha mikro düzeyde ele alıp sözü şirket yönetimine getirirsek, sınıf ayrımının şirketlerin yönetiminde de sorun yarattığını görürüz. Tüm çalışanların emek harcayarak katma değer yarattığı şirketlerde eğer elde edilen kar hakça dağıtılmıyor, sadece belli bir yönetici sınıf tarafından paylaşılıyorsa o şirkette sorun var demektir. Örnek vermek gerekirse; yönetici alt elemanlarına verilen satış hedeflerini tutturmaları için sürekli baskı yapmakta. Elemanlar da canlarını dişlerini takıp, gece gündüz çalışarak bu hedefi tutturuyorlar. Başarının karşılığı olarak da prim verilmekte. Ancak bu prim yöneticiye veriliyor, altındaki ekibe verilmiyorsa, böylelikle ayrıcalıklı bir yönetici sınıfı yaratılıyorsa bir sonraki dönem elemanlar aynı performansı göstermeyecektir. Çünkü kendilerini paralayıp yöneticilerine prim kazandırmak elemanların çok da umurlarında olmayacaktır. İnsanları kısa vadede kandırabilirsiniz, ama uzun vadede aldanan kendiniz olursunuz.

Birgün sınıfların, ayrıcalıkların, katmanların olmadığı bir dünyada yaşamak mümkün mü? John Lennon’ın “Imagine” şarkısında dediği gibi:

“Benim hayalperest olduğumu düşünebilirsiniz, ama ben yalnız değilim, umarım birgün siz de bize katılırsınız ve dünya bir olarak yaşar. (You may say I’m a dreamer,but I’m not the only one, I hope some day you'll join us, And the world will live as one)

Pazar, Şubat 12, 2006

Sevgililer Günü

İnsanların birbirini sevmesi ve bunu ifade etmesinden daha güzel bir şey olamaz. Ama “Sevgililer Günü” denilince bu bana biraz yapay bir kavram gibi geliyor. Sanki gizli bir el (Adam Smith’in serbest piyasa tanımındaki gizli el olmasın sakın(?)), direktifler gönderiyor: “ Herkes birbirini sevecek, sev!, Bu sevgi ifade edilecek, et!, İfadenin en iyi yolu nedir, tabii ki para harcamak, hediye almak, bir yerlere gitmek. Para harca! Harca, paran yoksa kredi kartı kullan, daha çok harca!

Her yıl 14 Şubat öncesindeki hafta “Koyunlar Bayram Tatilinde”, “Koyunlar Yılbaşı Kutluyor” serisinin üçüncü filmi “Koyunlar Sevgililer Gününde”yi izliyor gibi hissediyorum kendimi. Koyun yerine konulduğumuz için de sinirlerim bozuluyor aslında.

Cep telefonlarına mesajlar geliyor, sevgililer günü özel indirimi, sevgililer günü için al, iki ay sonra öde, sevgililer günü alışverişlerinde beş kat kredi kartı puanı. Her yerde afişler, ilanlar. Çiçek, nevresim takımı satandan tutun, abartıp salon takımı, araba, ev satmaya çalışana bile rastlanmakta.

Koyunlar da telaş içerisinde, aman rezervasyon yaptıramadık, daha hediye alamadık, acaba ne alsak diye. Bu arada gizli el faaliyetlerine devam ediyor. “Çabuk olun, bitecek, hemen alın, daha çok alın” Bir taraftan da, daha çok erkekler tarafında, ya aldığım hediyeyi beğenmezse korkusu. Kadınların sorunu ise başka, “Bilmem kime kocası geçen yıl pırlanta yüzük almıştı, övünüp duruyordu, bizimki ise ancak kuru bir çiçek. Bari bu sefer telafi etse.”

Bir başka stres de işyerlerinde yaşanıyor. Tam 14 Şubat sabahı herkes özellikle bekar hanımları takipte. Kime kırmızı gül gelecek? Dedikoducuların kimin sevgilisi var merakı. Çiçek gelen hanımlar ise mahçup, kızarıp bozararak gülü alıp masalarına koyuyor. Evlilerde kim veya kimin kocası maço, kazak, ince ruhlu, düşünceli tartışmaları. Gereksiz bir sürü boş konuşma ve yorum.

Oysa ki gerçek sevginin maddi bir karşılığı yoktur, olmamalıdır. Sevginin günü, zamanı da olmaz. O zaman hissettiğiniz andır. Bir bakış, dokunuş, tatlı, içten bir gülüş dünyadaki hiçbir maddi varlıkla ölçülmez. Hepsinden daha değerlidir.



Ve küçük bir şiir:

Deniz kokardı gözlerin
Biraz masum, biraz mahsun, biraz ürkek.
Bazen yalan, bazen pişman, bazen suçlu.
Bir sevişti bu, azıcık ihanete kaçan.
Çapkın dalgalar vurdu mu, adamı sersemleten,
Rüzgar aklımı başımdan alırdı.
Küçük aşk itirafları başladığında,
Kalp atışları saat tiktaklarına karıştığında yani,
Kaçışların da startı verilirdi aynı zamanda.
Her kaçış, yiten yeni bir küçük güzel şey demekti.
Ve bir gün küçük güzel şeyler de bitti.

(Herşeyi Bilen Balık, Deniz ve Düşler; Uğur Koç; 1996)

Küçük güzel şeylerin bitmediği, tam tersine arttığı, içten ve gerçek sevgiler yaşamanız dileğiyle.

Cuma, Şubat 10, 2006

Güç


Bir kişinin diğerlerine, bazen diğerleri karşı koysa da, kendi iradesini kabul ettirmesine güç denir. Güç, türlerine göre üçe ayrılır.

Bunlardan ilki kaba kuvvettir. Bu gücün en ilkel halidir. Ders çalışmayan oğlunuzu yanınıza çağırıp bir tokat patlatırsınız. “Haylaz herif! Bir daha dersine çalışmadığını görürsem daha beter yaparım” diye gürlersiniz. Zavallı çocuk dayak korkusundan ders çalışmaya başlar veya en azından çalışır gibi yapar.

Bir başka sefer çocuğunuzu çağırır, uzun bir söylev çekersiniz. “Bir daha dersine çalışmazsan harçlığını keserim, televizyonu, bilgisayar oyununu ancak rüyanda görürsün” dersiniz. Bu ise otoritedir. Annelik, babalık konumunuzu kullanarak istediğinizi yaptırırsınız. Çocuk durumdan pek hoşnut olmasa da dediğinizi yapmak zorunda kalır.

Gücün üçüncü türü ise İngilizce’de “influence” olarak adlandırılan, Türkçe’de “etki” olarak tercüme edebileceğimiz kavramdır. Siz çocuğunuza ne kaba kuvvetle, ne de otoritenizi kullanarak ders çalışmasını söylersiniz. Ama ders çalışması gerektiğini bilir ve kendisi ders çalışır. Direkt olarak bir şey yapmazsınız, ancak istediğiniz olur. Bizim kültürümüzde pek rastlanılmayan “etki” gücün en gelişmiş ve olması istenilen türüdür.

Bir toplumda gücün hangi türünün kullanıldığı, o toplumun aslında gelişmişlik düzeyini gösterir. İlkel toplumlar kaba kuvvete dayanırken, gelişmekte olanlar kaba kuvvetle otorite arasında bir yerlerde dolaşır. Gelişmiş bir toplumda ise kaba kuvvet pek yer bulamazken otorite ve etki ağırlığa sahiptir.

Güç öyle bir şeydir ki kullanmasını bilmeyenlerin elinde çok tehlikeli bir hal alabilir. 15 yaşındaki çocuğun eline tabanca verirseniz, kime zarar vereceğini bilemezsiniz. Görevini hakketmeyen birini yönetici yaparsanız kimin canını yakacağını, kimi işten atacağını bilemezsiniz. Güç, yetki hakkedene, kullanmasını bilene verilmelidir. Hele ki devlet gücü ehil ellere verilmediği zaman çok vahim sonuçlar doğurabilir.

Gerçek güçlü kişi, konumundan, fiziksel durumundan, parasından dolayı avantaj sahibi olan kişi değildir. Kendinden zayıfı ezmeyen, gücünü gerektiği şekilde kullanan, kaba kuvvete başvuran değil, “etki” sahibi kişidir. “Etki” edebilmek belli bir altyapı, karakter, bilgi ve kültür gerektirir. Bizim ülkemizde ise ne yazık ki hala kaba kuvvet ve otorite hükümranlığı sürüyor. Gücü elinde tutan ayrıcalıklı bir sınıf diğerlerini eziyor, onların haklarını gasbediyor.

Pazar, Şubat 05, 2006

Mal Sahibi, Mülk Sahibi

Oğlum, "ben malvarlığımı açıklamak istiyorum" dedi. Ben de açıkla dedim. Açıkladı: "Büyük, legolar, küçük legolar, Sünger Bob, Patrick ve Garfield, bir sürü cd, dergi, boyama kitabı, yapbozlar, oyuncak arabalar, vs."

"Boşver bu maddi şeyleri, onlardan daha önemli varlıklar vardır. Onurun, dürüstlüğün ve doğru sözlülüğün gibi." diye ekledim. "Eğer bu maddi varlıkları çalışarak, alınteri dökerek elde ettiysen onurlu ve dürüstsündür, maddi varlıklarını şeffaf bir şekilde açıklayabiliyorsan doğru sözlüsündür."

Son günlerde herkes mal beyanı konusunu konuşuyor. Kim açıkladı, kim açıklamadı, kim açıklayacak? Başka gelişmiş bir ülkede gündeme bile gelmeyecek bu konu ne yazik ki ülkemizde gündemi oluşturabiliyor. Oysa belli devlet görevine gelen herkesin tartışmaya gerek kalmaksızın mal varlığını açıklaması çok mu zor? Bu gelişmişliğin ve dürüst yönetimin bir göstergesidir. Varlıklarının hesabını verebilen herkesin mal varlığını rahatça açıklamasından daha doğal ne olabilir ki. Yok hesabını veremiyorsanız tabii ki o zaman açıklamaktan kaçınırsınız.

Ülkemizde toplumsal yapı son yirmi, yirmi beş yılda çok değişti. Saygınlık, bilgi, dürüstlük, çalışkanlık, doğruluk ile elde edilirken, karşımıza birdenbire muteber kişi diye çıkarılan kişilerde bu özelliklerin hiçbirini göremez olduk. Kaynağı belirsiz para sahipleri, kirli ilişkileri olan siyaset adamları, gazeteciler, bürokratlar ile kaplandı her yer. Aynı şekilde sanatta, sporda, toplumun birçok alanında bu tür kişilerle sık şekilde karşılaşmaya başladık. Gençler ne marka kot pantolon giydiklerine göre birbirlerini değerlendirirken, babaları arabalarına göre, anneleri de nerede tatil yaptıklarına göre ayrıştı. Herkes kolay para derdine düştü. Kimi çocuğumu manken yapayım, oyuncu yapayım derken, kimi futbol okullarına koştu. İyi yetişmiş bir mühendis ancak karnını doyurabilirken televizyona program yapıp her gün göbek atan bir kızımız program başına bu mühendisin bir yıllık maaşından fazlasını kazandı. Reality show adında pazarlanan bir takım yarışmalar da bu şöhret, kolay para peşindeki vatandaşlarımız için vesile oldu. Sonuca bakınca ise hepsinin medya maymununa çevrildikten sonra çöpe atıldıklarını, bir çoğunun hayatının mahvolduğunu gördük.

Son on beş yılda geçirdiğimiz üç büyük ekonomik kriz ise gelir dağılımını bozarken sosyal dokudaki yozlaşma ile birlikte toplumdaki tahribat çok büyük oldu. Bunun sonucunda insanlar çıkış yolu ararken bir takım dürüst olduğunu iddia eden muhafazakar partileri iktidara getirdi. Ancak gördük ki onlar da diğer politikalarını bir tarafa bırakın, daha mal varlıklarını bile açıklayamadılar.

Başarılı, çalışkan, dürüst, işini iyi yapan, doğru sözlü insanların muteber olduğu, iyi yönetilen, şeffaf bir ülkede yaşamak hepimizin hakkı. Bunu gerçekleştirmek de bizlerin elinde. Unutmayın ki küçücük bir kelebeğin kanat çırpışının yarattığı etki, kilometrelerce ötedeki ekosistemi etkileyebilir. Bizler de birey olarak önce kendi çevremizde belli değerlerin yerleşmesi için çaba gösterir, tepkimizi gösterirsek tüm toplumda bir ivme yaratarak bu değerleri yeniden yerleştirebiliriz.

Cumartesi, Ocak 28, 2006

Paylaşabilmek

Bu dünya biz insanlar, hayvanlar, bitkiler hep birlikte paylaşalım diye var edildi. Öyleyse bu kavga, bu mücadele, bu savaşlar niye?

Derslerde, kitaplarda hep öğretirler; ekonomi, "sınırsız insan ihtiyaçlarının kıt kaynakları kullanarak karşılanmasını ele alan bilim dalıdır". Bundan şu çıkarımları yapabiliriz:
  • İnsanlar açgözlüdür, çünkü ihtiyaçları sınırsızdır.
  • Dünyadaki kaynaklar kıttır.

Peki insanların ekonomisi vardır da, hayvanların ve bitkilerin ekonomisi neden yoktur? Çünkü onların ihtiyaçları sınırsız değildir. Sadece kaynaklar kıttır. Belgesellerde izlemişsinizdir. Aslan acıkınca gözüne bir geyiği kestirir ve bir yolunu bulup yakalar. Sonra karnını doyurana kadar geyiği yer. Karnı doyunca da çeker gider. Geyiğin artan kısmını da aslanın karnını doyurmasını bekleyen sırtlanlar, sırtlanlardan arta kalanını akbabalar, kalan son parçaları da bir tür çöpçü görevi yapan küçük kuşlar yer. Onlardan geriye birşey kalırsa da toprağa karışır gübre olur.

Bu olaydaki önemli nokta şudur: Aslan karnını doyurunca "bu geyiği ben avladım, yiyeceğimi yedim, geri kalanını da alıp eve götüreyim. Saklar sonra yerim, gerekirse kışlık kavurma yaparım " demez. Doğa kanunlarına göre yazılmamış bir sözleşme vardır ve her hayvan kendi payına düşeni aldıktan sonra çekilir.

Hayvanların kendi aralarındaki mücadele de ya güç savaşıdır, güçlü olan ayakta kalır (siyasi mücadele), ya da yaşamını sürdürebilme kavgası. Gerçek mücadele ortada bir geyik, iki aslan varsa olur. Bunun da temeli yine de kimin daha güçlü olduğunu gösterme telaşıdır. Güçlü olan geyiği önce yer.

İnsan ise böyle değildir. Hem siyasi mücadele yapar, hem de ekonomik. Karnını doyurması yetmez, hep daha fazla, hep daha çok ister. Bütün dünyayı verseniz, o uzaya göz diker. O nedenle iyi ahlak öğretilerinde, dinlerde hep az ile yetinmenin, paylaşmanın erdeminden bahsedilir. İnsanın özünde açgözlülük olduğu için bunun kötü birşey olduğu anlatılıp insanların nefislerini terbiye etmeleri istenir.

Dünyaya baktığınız zaman bütün bu karışıklıkların, kavgaların, savaşların nedeni ahlaki değerlerle, dini kurallarla kontrol altına alınamayan bu açgözlülüktür. Ülkeler birbirlerinin toprağına, kaynaklarına gözdiker, büyük şirketler daha fazla kar, daha fazla sömürü peşinde koşar, bireyler kendi çıkarları için ellerinden geleni artlarına koymazlar.

En önemli sorun ise en aşağıdaki ile en üstteki arasındaki gelir uçurumudur. Bu fark büyüdükçe de çözüm uzaklaşır. Sosyal adalet, yani kaynakların hakça paylaşımı çözüme giden en doğru yoldur. İnsanlar, emeklerinin karşılığını alabilmeli, daha çok emek harcayan daha çok kazanmalıdır. Bir Türk atasözünde dendiği gibi : "Biri yer, biri bakar, kıyamet ondan kopar".

İnsan hayatı çok uzun değil, en fazla yetmiş, bilemedin seksen yıl. Bu zamanı aşırı hırslarla, kavgalarla geçirip dünyayı yaşanmaz bir hale getirmeye ne gerek var. Yüz tane evimiz olsa hepsinde oturamayız, beş yüz arabaya binemeyiz, yüz milyar doları harcayamayız. Yeterince gelir, iyi bir yaşam standardı hepimize yeter de artar bile. Bırakalım geri kalan kıt kaynaklar bizden daha kötü durumdakiler için harcansın. Günde bir dolara Afrikalı bir çocuğun hayatının kurtarılabileceğini kaç kişi biliyor? Ya kendi ülkemizde? Ne kadar harcama ile bir çocuğun karnı doyurulup ona eğitim olanağı sağlanır? Kaynakların eşitçe dağıtıldığı, kavgasız, savaşsız bir dünya dileğiyle.

Pazartesi, Ocak 23, 2006

Her Yerde Kar Var

Dışarıda hoş bir kar yağıyor. Çocuk pencereden kartopu oynayanlara bakıyor. Annesine sesleniyor: "Anneciğim ben de dışarı çıkıp kartopu oynayabilir miyim?"

Bu ülke toprağı olup kimsenin hatırlamadığı doğudaki uzak köyde kar yolları kapamış. Dört adam bellerine kadar kara saplanmış, hastayı acilen ilçedeki hastaneye yetiştirmeye çalışıyorlar.

Dondurucu soğuğun ortasında bir trafik polisi trafik akışını sağlamaya çalışıyor. Kar şiddetini giderek arttırıyor. "Bir bardak sıcak çay olsada biraz içim ısınsa" diyor polis.

Uludağ'da bir otel. Herkes mutlu, bu yıl iyi kar yağmış. Kayak yapmak için pist uygun. Dışarıda kayak yapan insanlar var. Etraf çok kalabalık.

Ankara-İstanbul yolu Cankurtaran mevki. Karayolları ekipleri yoğun tipi altında yolu açık tutmaya çalışıyorlar. Kar o kadar yoğun ki açılan yol kısa sürede tekrar kar ile kaplanıyor. Dozer şoförü çocuklarını düşünüyor: "Saat gece yarısını geçti, uyumuşlardır herhalde."

Servis aracında şirket personeli sıkışık trafikte ilerlemeye çalışan araçları seyrediyor. Yerler karla kaplı ve artık donmaya başlamış. "Dilerim geçen yılki gibi eve varmamız 7 saati bulmaz, İstanbul'un bu halini hiç sevmiyorum" diyor biri.

Şehrin tepelerinde bir gecekondu mahallesi. Yine kar yağdı, yakacak yok. Tek göz, yıkılacak gibi duran evde anne çocuklarına sarılmış, yorganın altında onları ısıtmaya çalışıyor. "Şu karı, soğuğu hiç sevmiyorum" diyor.

Sınırda nöbetçi kulübesindeki asker kışlık giysilerine karşın yine de üşüyor. Silahının metali de buz gibi. Donduruyor. Evini, ailesini düşünüyor. "Kar yağınca sobada kestane pişirirdik" diye içinden geçiriyor.

Öğrenci sıkıntı içerisinde ertesi günkü sınava çalışıyor. "Daha çalışacak çok konu var, sınav keşke birkaç gün sonra olsa." O sırada gözü televizyona takılıyor. Alt yazı geçiyor: "Yoğun kar yağışı nedeniyle yüksek öğrenim kurumlarında yarınki dersler ve sınavlar ileri bir tarihe ertelendi." Çığlığı basıyor: "Yaşasın!"

Genç adam ve genç kadın şöminenin başında. Ellerinde birer kadeh sıcak şarap var. Dışarıda lapa lapa kar. Çok hoş ve romantik görüntü.

Havaalanında stres içinde biri. Gözü uçuşları gösteren elektrikli panoda. Yarın çok önemli bir iş görüşmesi için Amsterdam'da olması gerek. Panoda bir yazı: "Yoğun kar yağışı nedeniyle ikinci bir duyuruya kadar tüm uçak seferleri iptal edilmiştir." "Kahretsin, yine buralarda sefil olduk."

Dışarıda kar yağmaya devam ediyor. Radyodan eski bir şarkının nağmeleri odaya yayılıyor. "Her yerde kar var, kalbim senin bu gece..."
*Fotoğraf http://www.fotokritik.com adresinden alınmıştır.

Perşembe, Ocak 19, 2006

Affetmek- Hukuk Kimin İçin Gerekli

Affetmek; birçoğumuz için zor bir sözcüktür. Her yerde affetmenin erdeminden, affedenin büyüklüğünden sözedilir. Gerçekten de bu böyle midir? Affettiğimizi söylesek de gerçekten bizim çok üzülmemize neden olan birini yürekten affeder miyiz? Herşeyi unutup silbaştan yapabilir miyiz?

İnsanların affetmesi zor da, ülkelerin, toplumların affetmesi kolay mıdır? Amerikalılar 11 Eylül terör eylemini gerçekleştirenleri affeder mi? Ya Iraklılar, ülkelerini işgal eden, tepelerine bombalar yağdıran Amerikalılar’ı?

Ülkemize gelince unutmak isteyeceğimiz, bizi üzen, derinden yaralayan ne kadar çok olay var. Depremde çürük binalar yapanları, bu binalara ruhsat verenleri, terör eylemleriyle onbinlerce kişiyi öldürenleri, ekonomik krize neden olanları affedebiliyor muyuz?

Devletse ülkemizdeki en affedici organizasyondur. Belli aralıklarla çıkarılan vergi affı, sigorta affı, imar affı, stok affı, öğrenci affı, genel af ve şu anda hatırlayamadığım birçok af ile gerçek bir af şampiyonudur. Vergi, sigorta, imar, stok afları vatandaşlık edimlerini yerine getirmeyen açıkgöz ve üçkağıtçı ticaret erbabının işine yararken, öğrenci affı tembel öğrencilere bayram yaşatmaktadır. En kötüsü ise genel afdır. Kader kurbanlarını (ne demekse bu geri kalmış ülke garibanizm söylemi) kurtaracağız diye yola çıkan birtakım popülist siyasetçinin sonuçta ülkedeki bütün katilleri, hırsızları, sahtekarları, üçkağıtçıları, tecavüzcüleri dışarı salıvermesiyle sonuçlanan genel aflar bu aflar içerisindeki en tehlikeli olanlarıdır.

Oysaki Maslow’un İhtiyaçlar Hiyerarşisi Kuramı’na göre güvenlik ikinci derece bir ihtiyaçtır. Modern toplumlarda ise güvenliği kolluk güçleri aracılığıyla devlet sağlar. Hukuk düzeni de adaletin sağlanmasının yanısıra güvenlik ihtiyacının bir sonucudur. Toplum düzeninin ve güvenliğinin sağlanması için konulan hukuk kurallarına (yasalar) uymayanlara verilen cezalar eğer bir zaman sonra devlet tarafından affedilirse sonuçta hiçbir caydırıcılığı kalmaz.

Devletimiz böyle makro düzeydeki aflarını sürdürürken toplumumuz ise mikro düzeyde affedici olmamayı marifet saymaktadır. Yukarıda saydığım ve ülkedeki yaşam kalitesini düşüren bu aflara hiç tepki vermeyen bir baba, erkek arkadaşıyla masumca bir kafede otururken görülen kızının ölüm fermanını hemen imzalamakta, onu affetmemektedir. Kızcağız hemen erkek kardeşlerinden biri tarafından infaz edilmektedir. Hem zaten namusunu temizlediği için cezası düşürülen kardeş nasılsa 3-4 yıl sonra çıkacak afla bu cinayetten sıyrılacaktır.Yoksa bu bir kısır döngü müdür? Nasılsa af çıkar beklentisi yasa tanımazlığı tetiklemekte midir? Hem zaten bu ülkede vergisini, sigorta primini zamanında yatıran enayi değil midir?

Siyasetçiler istedikleri kadar af çıkarsınlar, aslolan vicdanların affetmesidir. Vicdanlar affetmediği sürece kağıt üzerindeki aflar düzeni bozmaktan başka bir işe yaramaz. Hukuk herkes içindir, adalet duygusu herkes içindir ve birgün herkesin hukuka, adalete ihtiyacı olur. Yasalar vatandaşların insanca yaşamaları için varolmalıdır. Ben, beni üzen bir arkadaşımı affedebilirim, ama bir katili, bir tecavüzcüyü, bir haydutu, sahtekarı, teröristi asla. Her ne kadar hafızası zayıf olsa da bu toplumun da affedeceğini sanmıyorum. Ülkemin yaşam kalitesinin yüksek olmasını, hukuk devleti olmasını istiyorum. Sokaklarında suçluların serbestçe cirit attığı bir ülke istemiyorum. Sizin de istediğinizi düşünmüyorum.

Perşembe, Ocak 12, 2006

Kuş Gribi

Bana göre kuşlar sevdiğim kuşlar ve sevmediğim kuşlar olarak ikiye ayrılır.

Sevdiğim kuşların başında tabii ki bir Fenerbahçe taraftarı olarak kanarya gelir. Pelikan ve papağanı da komik bulduğum için severim. Bir görünüp bir kaybolduğundan mıdır nedir, imajı pek olumlu olmayan karabatak da sempati duyduğum bir kuştur. Bunda ilkokulda resim dersinde kendime bir karabatak resmi bulmam ve onu model olarak kullanıp mozaik çalışması yapmamın da etkisi var sanırım.

Anneannemin balkondaki güvercinleri beslemesi nedeniyle balkona alışık olan güvercinlerin kapıyı/pencereyi açık bulduğunda içeri dalması ve sonucunda benim evin içinde güvercinlerle köşe kapmaca oynamak zorunda kalmalarım ise güvercinlerle aramda sıcak ilişkiler gelişmesine neden olmuştur. Bu köşe kapmacaların finalinde mağrur komutan olarak yakaladığım güvercini tekrar balkondan dışarı salmam da bu oyunun en güzel tarafı.


Bir de leylekler vardır kendime yakın hissettiğim. Yanlış anlaşılmasın beni getirdiklerine inandığım için değil bu yakınlık. Küçükken annem eğer leyleği havada uçarken görürsem o yıl çok seyahat edeceğimi söylemişti. Çocukluğumun Elazığ'ında leylek de çoktu demek ki, hep yuvada leylekler görürdüm. "Neden bunlar uçmuyor, uçsa da bu yıl çok seyahat etsem" derdim. Bırakın uçanını, canlı herhangi bir leylek görmeyeli o kadar çok oldu ki.

Asil duruşlu kuğular ise bana huzur verir. En sevdiğim yerlerden biri olan Ankara'daki "Kuğulu Park"'da bir banka oturup kuğuları seyretmek, birçok kişiye tuhaf gelse de (nedense Kuğulu Park'da huzur bulmamı anlayamıyorlar) hep kafamı rahatlatmıştır.
Sevmediğim kuşlara gelince listenin başında kargalar vardır. Hele ki evimizin balkonundaki (anneannemin beslediği) güvercinin yuvasına saldırıp yavru güvercinleri öldürdüklerini ve çaresiz anne güvercinin haykırışlarını gördükten sonra gördüğüm kargayı kovalarım. Ancak kargaların çok zeki ve kindar olduklarını, yaklaşık 200 yıl kadar yaşadıklarını öğrendikten sonra tedirgin olmadım da değil. Umarım bu yazıyı okuyan bir karga çıkmaz. Ömür boyu tepemde bana nefretle bakan kargalarla yaşamak pek hoş olmasa gerek.

İstanbul'un simgelerinden olan Boğaz, vapur, martı, simit dörtlemesindeki martılardan pek hazetmem. Bunun nedeni ise çok açık; küçükken TRT'de gösterilen (o zaman tek TV kanalı vardı) "Martı Adası" dizisi. O dizide sağa sola saldıran martıları gördükten sonra bilinçaltım hep beni uyarır: "Dikkat! Şu sevimli martı ummadığın zamanda gözünü oyabilir"

Şimdi bu sevdiğim ve sevmediğim kuşlar grip oluyor, birer birer ölüyorlar. Hatta kendileri ölmekle kalmayıp insanlara da grip virüsü bulaştırıp onların ölümlerine neden oluyorlar.

Basit bir hastalık olarak bilinen grip şu an kuşlar aracılığı ile fena halde öldürücü bir hal aldı. Anladığım kadarı ile durum oldukça ciddi, ama çözüm de bir o kadar kolay: Tavuk çiftlikleri dışında tavuk beslememek. İstanbul ve Ankara'da bile sokaklarında tavukların dolaştığı mahalleleri görünce asıl sorunun yoksulluk, cehalet ve bilinç eksikliği olduğu anlaşılıyor. Bu ise ülkemizin en büyük sorunu. Çözümü zor ve zaman alıcı. Sadece kuş gribi konusunda değil, ülkenin birçok probleminde karşımıza aynı şey çıkıyor. Bunu tartışmak ise birden fazla yazı konusu gerektirir.

Lafı uzatmadan, dilerim kuş gribi salgınını da biran önce daha fazla kayıp vermeden atlatırız ve bunun için herkes kendine düşeni yapar.

Bir sözüm de kargalar ve martılara: "Sizden hoşlanmadığımı söyledim ama inanmayın, sizi de tüm diğer kuşlar gibi seviyorum. İnsanlar da ölmesin kuşlar da. Hep birlikte paylaşacağımız koskoca bir gökyüzü ve dünya var".
*Fotoğraflar www.fotoajans.com adresinden alınmıştır.

Pazartesi, Ocak 09, 2006

Bayram


Bulutsuzluk Özlemi'nin bir şarkısında söylediği gibi;

"Hiçbir kere hayat bayram olmadı, ya da her nefes alışımız bayramdı"

Herkese iyi, mutlu, güzelliklerle dolu bir bayram dileğiyle...

Cumartesi, Ocak 07, 2006

Neden Blog?

Aslı'nın Günlüğü'nde beğenerek okuduğum "neden blog yazıyoruz" konulu yazıdan sonra ben de düşündüm. Bir blog sahibi olmaya nasıl karar verdim, insanlar blogları neden okuyor?

Ben kendi adıma söyleyeyim, hergün konuştuğum konuları yazıya dökmek, bunları daha fazla insanla paylaşmak istedim. Yazıları okuyanların da olumlu/olumsuz görüşlerini öğrenip geri dönüşleri almayı amaçladım. Benim gibi düşünen başka kişilerin varlığı ile mutlu olurken, karşıt görüşleri de saygı ile karşılayıp, olaylara farklı pencerelerden bakabilme yetisi edinmeye çabaladım.

Blogları neden okuyorum? Daha samimi, daha içten ve beklentisiz bulduğum için. Bazı yazılarda kendimi gördüğüm için.

Günlük gazetelerdeki herşeyi bildiğini düşünen, ülkeyi yönetmeye çalışan, bunu yaparken de kendilerini ve ait oldukları çıkar gruplarını kollayan köşe yazarlarından çok sıkıldım. Gazeteleri şirket gibi yöneten, dünyaya bağlı bulundukları holdinglerin penceresinden bakan genel yayın yönetmenlerini, halktan kopuk yaşayan, gittikleri yurtdışı promosyon gezilerini ballandıra ballandıra anlatan, akşama hangi mankenle hangi filmin galasına gideceklerini yazan köşe yazarlarını artık okumak istemiyorum.

Tabii ki kendileri istediklerini yazmakta serbest, ama bunlar artık benim ilgimi çekmiyor. İstanbul'da iki kişi hapşursa olay oluyor, Anadolu'nun başka bir yerinde kıyamet kopsa o kadar sansasyon yaratmıyor. Sanki İstanbul dünyanın merkezi, yaşam sadece burada sürüyor, ülke nüfusunun 6/7'si ise kimseyi o kadar ilgilendirmiyor.

Alışveriş eki diye en ucuzunun fiyatının neredeyse asgari ücret kadar olduğu ürünlerin yeraldığı reklam gazeteleri veriliyor, magazin diye belki bin, en fazla iki bin kişinin ne yapıp ne ettiği, nerede ne yiyip içtiği anlatılıyor. İnsan Kaynakları eklerinde ise başarılı iş kadınları, genç girişimcilerden söz ediliyor. Bu başarılı insanların soyadları ve şirketlerin ünvanlarına baktığınızda %80'inin aynı olduğunu görüyorsunuz. Yani babalarının şirketi. Ben kendimi kandırılmış hissediyorum. Televizyonlardan ise hiç bahsetmiyorum. Durum ortada.

Bu yazıyı hasbelkader medya büyüklerinden biri okusa en ağır şekilde haddimi bildireceğinden şüphem yok. Ama ne yapabilirim, düşüncem bu. Artık medyadan sıkıldım ve güvenmiyorum. Bu arada gece gündüz haber peşinde koşan, sosyal güvencesi olmadan çalışan muhabirleri, basın emekçilerini, anlattığım gruba girmeyen köşe yazarlarını tenzih ederim. Ne yazık ki medyanın ağırlıklı görünümü bu ve onlar azınlıktalar.

Dünya tarihinde sanayi devriminden sonra en büyük kırılma teknoloji devrimi ile gerçekleşiyor ve internet en önemli kilometre taşlarından biri. Şimdiye kadar insanlar belli grupların elindeki yazılı ve görsel basın (medya) ile yönlendirilirken, bugün internet sayesinde her site, her blog başlı başına bir gazete/televizyon işlevi görüyor. Bu sitelerin/blogların kontrolü çok kolay değil. Bu ise aslında toplumlarda demokrasi, çoğulculuk ve çok sesliliğin yayılması için önemli bir adım. İnsanlar pişirilen fiks menü yemeği yemektense kendileri yemek pişiriyor ve pişirilen farklı yemeklerden istediklerini yiyor.

Son söz olarak; ben blogumda içimi dökmeye ve sizlerle paylaşmaya devam edeceğim. Sizler de ne olur yazmaya devam edin. Bir yazarın dediği gibi, tarihi kişiler oluşturur, her yaşam başlı başına bir tarihtir. Bizler aslında başta kendi tarihimiz olmak üzere bloglarımızda tarih yazıyoruz.

Salı, Ocak 03, 2006

Farklılaşmak

Deniz otobüsü iskelesinde bekleyenlere dikkat etmişsinizdir belki. Bariyerin arkasındaki kalabalık kapılar açılır açılmaz koşar adım deniz otobüsünün en yakın kapısına akın eder ve kapının önünde yığılma yaşanır. Oysaki arka kapı da açıktır, ancak buradan binmeye çalışanlar azınlıktadır. Peki koşuşturan bu insanların ne acelesi vardır? Zaten herkes için yeterli yer yok mudur? Amaç pencere önündeki yerleri kapmaksa, boş olan arka kapı yerine ön kapı önünde yığılmak niyedir?

Akşam ağıla dönen koyunları göreniniz var mıdır? Hepsi ağılın kapısı önünde yığılırlar ve içeri girmeye çalışırlar. Giremeyince de çoban onları içeri sokar.

Yukarıdaki deniz otobüsü örneğinde olduğu gibi topluluk psikolojisiyle hareket ederseniz koyundan farkınız kalmaz. Ama eğer farklılaşabilir ve arka kapıya yönelirseniz kazançlı çıkarsınız.

Yaşamda da eğer kitle psikolojisi içerisinde davranırsanız birileri sizi güder. Yaratılan suni gündem, suni tartışmalar içinde sürüklenir gidersiniz. Evlilik yarışmalarında kim kiminle evlenecek, hangi siyasetçi ne dedi, kime dedi, niye dedi, ünlü pop yıldızı kime sataştı, taze manken adayı kiminle beraber...

Suni gündem sizi girdabına alınca gerçek sorunlardan uzaklaşırsınız, popüler kültürün esiri olursunuz. Çocuğunuzun okuldaki eğitim kalitesinin düşüklüğünden ziyade Seda ile Nihat ayrılacak mı konusu sizin için daha öncelikli olabilir.

Ancak burada bahsettiğimiz farklılaşmak "bukelamun" olmak değildir. Bukelamun ortam değişikliklerine uyum sağlamak için farklılaşır, renk değiştirir. Bu bir tür araziye uyum hareketidir. İrili ufaklı dansözlerin çok olduğu iş yaşamında bukelamunlara da bol miktarda rastlarız. Koyun sürüsündeki kara koyun olmak ise bir bedel gerektirir, bu bedel bazen dışlanma dahi olabilir.

Bizler peki ne derece "kara koyun" olmaya hazırız veya niyetliyiz. Farklılaşmak uğruna kara koyun olmalı mıyız? Tartışmaya değer.

Pazar, Ocak 01, 2006

Yeni Yıl


Bir yılı daha bitirdik ve yeni bir yıla başladık.Gazeteler, dergiler, televizyonlar geçmiş yılın muhasebesini yapıyor. Yılın “en”lerini seçiyor:

“En iyi film, en başarılı iş adamı, en popüler siyasetçi, en başarısız futbol takımı, vs., vs.”.
Bu listeleri yapmanın bize ne kadar yararı var bilmiyorum. Ancak gazetelerden birinde bir kişi;
“ Ben her yıl sonu kendi muhasebemi yaparım” diyordu. “Geçen yıl koyduğum hedeflerden kaçını başardım, neler yaptım, önümüzdeki yıl neler yapacağım.”

İşte bir anda ilgimi çeken bu oldu: “Kendi muhasebem!”, “Hedeflerim!”, “Önümüzdeki yıl planları!”.

Kaçımız bunu yapıyoruz ya da yapabiliyoruz ki? Geçmişin muhasebesi belki daha kolay:
“İşe gittim geldim, trafikte bezdim, iş yerindeki mutsuzluğum devam etti” veya “Muhteşem işler başardım, düşlerimi gerçekleştirdim, İspanyolca kursuna başladım, Çin Seddi’ni görmeye gittim, bir çocuğum oldu.”

Peki hedeflerimiz? Amaçsız, hedefsiz bir yaşam sürdürmek çok zor. Düş kurmadan yaşamak… Ama Türkiye’de yaşıyorsanız hedef koymak o kadar kolay mı? Son 5-6 yıldır ne kadar düş kurabiliyoruz? Depremler, ekonomik krizler, etrafımızdaki savaşlardan sonra… Hangi hedefleri koyabiliyoruz önümüze? Döviz kuru artmazsa, ekonomik kriz olmazsa, borsa yükselirse, faizler düşerse, Irak Savaşı biterse, AB müzakereleri başlarsa, olursa, olmazsa, biterse, ise, ise, ise…

Birey olarak bizim dışımızda gelişen, gelişmelerini etkileyemediğimiz ne kadar çok faktör var. Oysaki biz bunların gerçekleşmesini beklerken kendi yaşamlarımızı ıskalıyoruz. Global sorular ve sorunlar bizi ne kadar da çok meşgul ediyor, kendimize ait yaşamlarımızı çalıyor.

Eşimizle baş başa bir yılbaşı akşamı yürüyüşü için borsanın yükselmesi mi gerek veya Portekiz’i görmek için yerel seçimlerin sonuçlanması mı?

Aslında yaşam çok basit ve kısa, zaman ise çok çabuk geçiyor. Belki de küçük hedefler büyük mutluluklar getirecektir. Büyük mutluluklar ise, büyük hedefleri. Bir yerlerden başlamak gerek.

İyilik, mutluluk ve güzelliklerle dolu bir yıl dileğiyle.