Salı, Şubat 28, 2006

1980’ler

1980’leri öncelikle durgunluk ve sessizlikle hatırlıyorum. Bunda 12 Eylül askeri müdahalesinin de etkisi var sanırım. Sonra ise Turgut Özal ve hareket, sonra da değişim. Bu değişim iyi miydi, kötü müydü burada tartışmayacağım. Bir de kulağımda bolca arabesk müzik tınısı kaldı çokca.

1970’lerde başlayan köyden kente göç 1980’lere gelindiğinde doruk noktaya ulaşmıştı. İlk göç edenler artık şehre iyice yerleşip kendi kurallarını, zevklerini şehre kabul ettirmeye başlamış, bir taraftan da yeni göç dalgalarıyla şehirlerdeki nüfus çoğunluğunu ele geçirme yolunda önemli adımlar atmışlardı. Şehirlerin dışında varoşlarda yeni ve küçük birer Anadolu köyleri, kasabaları oluşmuş, göçedenler adetleri, alışkanlıklarıyla gelmişlerdi. Ama şehirde kendilerini nasıl ifade edeceklerdi? 1970’lerde ortaya çıkan arabesk müzik işte bu ortamda piyasayı ele geçirdi.

Kendini ifade etme arayışının yanında tek radyo/TV yayıncısı TRT’nin arabesk müziği yasaklaması da belki bu cazibeyi arttırdı. Ayrıca şarkıcı filmleri de arabeskin popülaritesini biraz daha perçinledi. Orhan Gencebay’dan sonra piyasaya çıkan İbolar, Ferdiler, Müslümler hepsi Anadolu’dan İstanbul’a gelen gariban delikanlılardı. Bu filmlerde şehirli bir kızı sever, ama sınıf, kültür farkından dolayı ona ulaşamazlardı. Finalde ise kız da onları sever, oldukları gibi kabul eder ve zafer bu gariban delikanlıların olurdu. Aslında bu şehir ile olan savaşın kazanılması idi, birçok gence sen de başarabilirsin, kendini bu büyük şehre kabul ettirebilirsin mesajı, umudu idi.

24 Ocak kararları ile dışa açılan ve radikal değişikliklere uğrayan ekonomi ilk dönemde büyük dinamizm göstererek gelişme kaydetmiş, enflasyonist ortamda büyüme stratejileri aslında sahte bir cennet yaratarak kolay para kazanan, köşe dönücü bir sınıf yaratmıştı. 1990’larda karşılaşacağımız ekonomik krizlerin temeli aslında bu yıllarda atıldı. Bu dönemde ekonomide, siyasette en çok hatırladığım sözcükler; “ortadirek, papatyalar, hanım bir kaset koy da neşemizi bulalım”.

Dünyada ise Reaganism ve Thatcherism ile ifade bulan yeni muhafazakar akımlar etkin olurken soğuk savaş hala devam ediyordu. ABD, Doğu Bloku ile mücadeleyi “Rambo”, “Rocky” gibi Holywood kahramanlarına havale etmişti. Ayrıca “Yıldız Savaşları” projesi de devam ediyordu. Sovyetler Birliği ‘nde ise Gorbaçov’un işbaşına gelmesi ile değişim rüzgarları esiyordu. Sonunda 1989’da Berlin Duvarı yıkıldı, Doğu Bloku dağıldı ve soğuk savaş bitti.

Dünya müziğinde Afrikalı açlar için düzenlenen “Live Aid” konserleri dikkat çekerken “breakdance” salgını bugünün hiphopçularının ağabeylerini karşımıza çıkarmıştı. 1980’lerin bence müziğe en kötü etkisi “Modern Talking”, “Nina” gibi felaket Alman popçularının piyasaya çıkmasıydı. Permalı saçlı, vatkalı omuzlu, kılıksız popçular tuhaf bir ritm eşliğinde şarkılarını icra ediyor, insanlar da bunlarla eğleniyorlardı.

İlk gençlik yıllarımın geçtiği 1980’leri özlüyor muyum diye düşününce pek özlemediğimi düşünüyorum. Bu yıllar, bir an önce geçse de bitse dediğim sıkıcı yıllardı. Bir taraftan da şimdi geriye bakınca yine de insanın içi bir tuhaf oluyor. Ne de olsa yaşamımın koca bir on yıllık dönemi. Sonuçta 1980’ler de bitti ve geldik 1990’lara.

Pazar, Şubat 19, 2006

1970’ler

Fonda Erkin Koray’ın “Sevince” adlı şarkısı çalıyor. Bu şarkı bana nedense fena halde 1970’leri hatırlatıyor. Çağan Irmak Çemberimde Gül Oya dizisinin o yıllarda geçen bir bölümünde bu şarkıyı kullanmıştı. Sanırım ilk o zaman farkettim bunu.

1970’ler bana neyi mi hatırlatıyor? En başta çocukluğumu, oyun oynadığımız boş arsaları, margarinin adının “Sana”, deterjanınkinin “Omo” olduğu günleri, Ömercikli, Ayşecikli, Arzu Film’in kalabalık kadrolu komedi filmlerini, Milliyet Çocuk dergilerini, Murat 124, Anadol otomobilleri… Daha masum yıllar mıydı, yoksa bana mı öyle geliyordu. Çocukken herşey masumdur, çünkü sen masumsundur. Zaman geçer, büyürsün ve “biz büyüdük ve kirlendi dünya” mı olur? Bilemiyorum. 2000’li yıllar da belki bugünün çocuklarına masum gelecek yirmi yıl sonra.

Duygusallığı bırakıp daha bir objektif bakmaya çalıştığımda bu yıllara, düşünüyorum da, yine savaşlar, kötülükler yok muydu. Soğuk Savaş vardı en azından dünyada, CIA, KGB operasyonları, işgaller, Latin Amerika’da darbeler vardı. Uluslararası terör yeni yeni ortaya çıkıyordu. Ülkemize bakınca, ekonomik krizleri, siyasetteki çekişmeleri, terörü, yoklukları hatırlıyorum. O zamanın hortumcuları, çıkarcıları eksik miydi, tabii ki değildi. O zaman değişen neydi derseniz bilemiyorum, ama bana yine de farklı geliyor.

Biz bir dönüşümün başlangıcını yaşadık her birlikte. Köyden kente göç o zamanlar başladı. Arabesk müziğin ortaya çıkışı o yıllardadır. Bahçeli eski evlerin apartmana dönüşümünü, oyun oynadığımız boş arsalara birer birer apartman dikildiğini gördük. Ağırlığı köylü olan toplumun şehre yerleşerek kendini kabul ettirme çabalarının ilk günleriydi o zamanlar. Bugün şikayet ettiğimiz bir çok konunun temeli o yıllara dayanır.

Hatırladığım, zengin ve fakir arasında da bugünkü kadar uçurum yoktu. Zenginler o zamanın Türk filmlerinde genellikle Hulusi Kentmen’in oynadığı fabrikatör gibiydi. Ülkede zaten her türlü ürün olmadığı için paranız olsa da alamazdınız. Ancak yurtdışına gidebilenler farklı şeyler getirirdi. Margarin sadece “Sana” yağı olduğundan zenginler de orta halliler de Sana kullanırdı. Durumu daha kötü olanlar teneke kutudaki “Vita” ‘yı alırdı, sanırım daha ekonomik olduğu için. O günlerin İstanbul’unu pek bilmiyorum, ama bildiğim Vita fabrikası bugün Bakırköy’deki Carousel Alışveriş Merkezi, Esentepe’deki Arı Bisküvileri Fabrikası’nın yerinde Maya-Akar Center İş Merkezi (30 katlı bir gökdelen) var. Margarin ve bisküvi markası ve fabrikası ise sayamayacağım kadar çok.

Şimdi 2000’lerdeyiz. 1970’li yılların üzerinden neredeyse 30 yıl geçti. O günlere tekrar dönemeyiz. Ancak yadedebiliriz. Kulağımızda bir tını, yüzümüzde bazen acı, bazen hoş bir tebessüm, bazen içimiz cızırdayarak, bazen gözyaşlarıyla. Geçip giden zamana geri dönmek imkansız çünkü.

Fonda Erkin Koray şarkısı devam ediyor…

“öyle bir yol tutmuşum ki sorma
inandım ki sevince vardır dünya
sevincedir günlerin bir başka
durma dostum sen de yer ver aşka
sevmek bil ki doğmaktır yeni baştan
aşık oldum galiba yavaştan
oo sevince..”

Cuma, Şubat 17, 2006

Sınıf

George Orwell’in “Hayvanlar Çiftliği” isimli romanını bilenleriniz vardır. Romanda kendilerine kötü davranan çiftçinin boyundurluğundan kurtulmak isteyen hayvanların çiftliği ele geçirme mücadelesi ve çiftliği ele geçirdikten sonra da kendi iç kavgaları anlatılır. Eşitlikçi bir düzen elde etmek için yola çıkan hayvanlar sonuçta domuzların baskıcı yönetimine boyun eğmiştir. Hatta finalde hayvanizmin ilkelerinden “iki ayakla yürüyenler kötüdür, dört ayakla yürüyenler iyidir” ilkesi “iki ayakla yürüyenler de iyidir, dört ayakla yürüyenler de” olarak değişmiş, domuzlar artık iki ayak üzerinde yürümeye bile başlamışlardır.

Sınıfsız, eşitlikçi toplum isteği yüzyıllar boyu insanların hayallerini süslemiş, bunu gerçekleştirmek için birçok düşünür, siyasetçi, akademisyen teoriler, sistemler önermişlerdir. Oysa ki sınıfsız bir toplum hayal olmaktan öte tarafa geçememiştir.

Önceki yüzyıllarda asiller, din adamları, halk kesimleri olarak görünen ayrım daha sonra ticaretin gelişmesiyle burjuvazi eklenerek genişlemiş, demokrasilerin gelişmesiyle de genellikle yönetenler ve yönetilenler olarak ortaya çıkmıştır.

Ülkemizde ise tarihsel sürecin sonucu olarak pek sınıf yoktur. Osmanlı’da kulluk sistemi vardı. Mülk padişahındı, padişah dışındakiler ise kuldu ve ancak hükümdar izin verirse mülk sahibi olurdu. Dolayısıyla da Avrupa toplumlarındaki gibi bir sınıf ayrımı Osmanlı İmparatorluğu’nda olmamıştır.

Günümüzde ne yazık ki Türkiye’de bir “siyasetçi sınıfı” oluşmaya başlamış, bu sınıf da hortumcu, çıkarcı, iş takipçileri gibi alt dallara ayrılmıştır. Hortumcu, çıkarcı alt gruplar “kolay para kazananlar sınıfını” yaratmış, ayrıca “medya sınıfının” gelişmesini hızlandırmıştır. Medya sınıfı ellerindeki medya unsurlarını kullanarak ülkeyi yönetme sevdasına kapılmıştır. Kolay para kazananlar sınıfı ise bu kolay ve çok para kazanma işini çok sevmiş, siyasetçi ve medya sınıfları ile birlikte oluşturulan sac ayakları ile ülkede etkin olmuştur. Bu saadet zinciri 2000-2001 ekonomik krizine kadar sürmüş, Serdar Turgut’un deyişiyle üçgenin ekonomi tarafı tasfiyeye uğrarken, siyasi taraf da 2002 genel seçimleri ile aynı akıbeti yaşamıştır. Her dönemin kazananı medya sınıfı mevzi kaybetmesine karşın durumunu korumuştur. Bugüne bakınca ise tasfiye olan siyasetçi ve ekonomi sınıfının yerini başka bir siyasetçi ve ekonomi sınıfının aldığını, oyunun ise hep aynı şekilde süregeldiğini görmekteyiz. Shakespeare’nin dediği gibi “yaşam bir tiyatro sahnesidir, oyuncular değişir, oyun hep devam eder”.

Konuyu biraz daha mikro düzeyde ele alıp sözü şirket yönetimine getirirsek, sınıf ayrımının şirketlerin yönetiminde de sorun yarattığını görürüz. Tüm çalışanların emek harcayarak katma değer yarattığı şirketlerde eğer elde edilen kar hakça dağıtılmıyor, sadece belli bir yönetici sınıf tarafından paylaşılıyorsa o şirkette sorun var demektir. Örnek vermek gerekirse; yönetici alt elemanlarına verilen satış hedeflerini tutturmaları için sürekli baskı yapmakta. Elemanlar da canlarını dişlerini takıp, gece gündüz çalışarak bu hedefi tutturuyorlar. Başarının karşılığı olarak da prim verilmekte. Ancak bu prim yöneticiye veriliyor, altındaki ekibe verilmiyorsa, böylelikle ayrıcalıklı bir yönetici sınıfı yaratılıyorsa bir sonraki dönem elemanlar aynı performansı göstermeyecektir. Çünkü kendilerini paralayıp yöneticilerine prim kazandırmak elemanların çok da umurlarında olmayacaktır. İnsanları kısa vadede kandırabilirsiniz, ama uzun vadede aldanan kendiniz olursunuz.

Birgün sınıfların, ayrıcalıkların, katmanların olmadığı bir dünyada yaşamak mümkün mü? John Lennon’ın “Imagine” şarkısında dediği gibi:

“Benim hayalperest olduğumu düşünebilirsiniz, ama ben yalnız değilim, umarım birgün siz de bize katılırsınız ve dünya bir olarak yaşar. (You may say I’m a dreamer,but I’m not the only one, I hope some day you'll join us, And the world will live as one)

Pazar, Şubat 12, 2006

Sevgililer Günü

İnsanların birbirini sevmesi ve bunu ifade etmesinden daha güzel bir şey olamaz. Ama “Sevgililer Günü” denilince bu bana biraz yapay bir kavram gibi geliyor. Sanki gizli bir el (Adam Smith’in serbest piyasa tanımındaki gizli el olmasın sakın(?)), direktifler gönderiyor: “ Herkes birbirini sevecek, sev!, Bu sevgi ifade edilecek, et!, İfadenin en iyi yolu nedir, tabii ki para harcamak, hediye almak, bir yerlere gitmek. Para harca! Harca, paran yoksa kredi kartı kullan, daha çok harca!

Her yıl 14 Şubat öncesindeki hafta “Koyunlar Bayram Tatilinde”, “Koyunlar Yılbaşı Kutluyor” serisinin üçüncü filmi “Koyunlar Sevgililer Gününde”yi izliyor gibi hissediyorum kendimi. Koyun yerine konulduğumuz için de sinirlerim bozuluyor aslında.

Cep telefonlarına mesajlar geliyor, sevgililer günü özel indirimi, sevgililer günü için al, iki ay sonra öde, sevgililer günü alışverişlerinde beş kat kredi kartı puanı. Her yerde afişler, ilanlar. Çiçek, nevresim takımı satandan tutun, abartıp salon takımı, araba, ev satmaya çalışana bile rastlanmakta.

Koyunlar da telaş içerisinde, aman rezervasyon yaptıramadık, daha hediye alamadık, acaba ne alsak diye. Bu arada gizli el faaliyetlerine devam ediyor. “Çabuk olun, bitecek, hemen alın, daha çok alın” Bir taraftan da, daha çok erkekler tarafında, ya aldığım hediyeyi beğenmezse korkusu. Kadınların sorunu ise başka, “Bilmem kime kocası geçen yıl pırlanta yüzük almıştı, övünüp duruyordu, bizimki ise ancak kuru bir çiçek. Bari bu sefer telafi etse.”

Bir başka stres de işyerlerinde yaşanıyor. Tam 14 Şubat sabahı herkes özellikle bekar hanımları takipte. Kime kırmızı gül gelecek? Dedikoducuların kimin sevgilisi var merakı. Çiçek gelen hanımlar ise mahçup, kızarıp bozararak gülü alıp masalarına koyuyor. Evlilerde kim veya kimin kocası maço, kazak, ince ruhlu, düşünceli tartışmaları. Gereksiz bir sürü boş konuşma ve yorum.

Oysa ki gerçek sevginin maddi bir karşılığı yoktur, olmamalıdır. Sevginin günü, zamanı da olmaz. O zaman hissettiğiniz andır. Bir bakış, dokunuş, tatlı, içten bir gülüş dünyadaki hiçbir maddi varlıkla ölçülmez. Hepsinden daha değerlidir.



Ve küçük bir şiir:

Deniz kokardı gözlerin
Biraz masum, biraz mahsun, biraz ürkek.
Bazen yalan, bazen pişman, bazen suçlu.
Bir sevişti bu, azıcık ihanete kaçan.
Çapkın dalgalar vurdu mu, adamı sersemleten,
Rüzgar aklımı başımdan alırdı.
Küçük aşk itirafları başladığında,
Kalp atışları saat tiktaklarına karıştığında yani,
Kaçışların da startı verilirdi aynı zamanda.
Her kaçış, yiten yeni bir küçük güzel şey demekti.
Ve bir gün küçük güzel şeyler de bitti.

(Herşeyi Bilen Balık, Deniz ve Düşler; Uğur Koç; 1996)

Küçük güzel şeylerin bitmediği, tam tersine arttığı, içten ve gerçek sevgiler yaşamanız dileğiyle.

Cuma, Şubat 10, 2006

Güç


Bir kişinin diğerlerine, bazen diğerleri karşı koysa da, kendi iradesini kabul ettirmesine güç denir. Güç, türlerine göre üçe ayrılır.

Bunlardan ilki kaba kuvvettir. Bu gücün en ilkel halidir. Ders çalışmayan oğlunuzu yanınıza çağırıp bir tokat patlatırsınız. “Haylaz herif! Bir daha dersine çalışmadığını görürsem daha beter yaparım” diye gürlersiniz. Zavallı çocuk dayak korkusundan ders çalışmaya başlar veya en azından çalışır gibi yapar.

Bir başka sefer çocuğunuzu çağırır, uzun bir söylev çekersiniz. “Bir daha dersine çalışmazsan harçlığını keserim, televizyonu, bilgisayar oyununu ancak rüyanda görürsün” dersiniz. Bu ise otoritedir. Annelik, babalık konumunuzu kullanarak istediğinizi yaptırırsınız. Çocuk durumdan pek hoşnut olmasa da dediğinizi yapmak zorunda kalır.

Gücün üçüncü türü ise İngilizce’de “influence” olarak adlandırılan, Türkçe’de “etki” olarak tercüme edebileceğimiz kavramdır. Siz çocuğunuza ne kaba kuvvetle, ne de otoritenizi kullanarak ders çalışmasını söylersiniz. Ama ders çalışması gerektiğini bilir ve kendisi ders çalışır. Direkt olarak bir şey yapmazsınız, ancak istediğiniz olur. Bizim kültürümüzde pek rastlanılmayan “etki” gücün en gelişmiş ve olması istenilen türüdür.

Bir toplumda gücün hangi türünün kullanıldığı, o toplumun aslında gelişmişlik düzeyini gösterir. İlkel toplumlar kaba kuvvete dayanırken, gelişmekte olanlar kaba kuvvetle otorite arasında bir yerlerde dolaşır. Gelişmiş bir toplumda ise kaba kuvvet pek yer bulamazken otorite ve etki ağırlığa sahiptir.

Güç öyle bir şeydir ki kullanmasını bilmeyenlerin elinde çok tehlikeli bir hal alabilir. 15 yaşındaki çocuğun eline tabanca verirseniz, kime zarar vereceğini bilemezsiniz. Görevini hakketmeyen birini yönetici yaparsanız kimin canını yakacağını, kimi işten atacağını bilemezsiniz. Güç, yetki hakkedene, kullanmasını bilene verilmelidir. Hele ki devlet gücü ehil ellere verilmediği zaman çok vahim sonuçlar doğurabilir.

Gerçek güçlü kişi, konumundan, fiziksel durumundan, parasından dolayı avantaj sahibi olan kişi değildir. Kendinden zayıfı ezmeyen, gücünü gerektiği şekilde kullanan, kaba kuvvete başvuran değil, “etki” sahibi kişidir. “Etki” edebilmek belli bir altyapı, karakter, bilgi ve kültür gerektirir. Bizim ülkemizde ise ne yazık ki hala kaba kuvvet ve otorite hükümranlığı sürüyor. Gücü elinde tutan ayrıcalıklı bir sınıf diğerlerini eziyor, onların haklarını gasbediyor.

Pazar, Şubat 05, 2006

Mal Sahibi, Mülk Sahibi

Oğlum, "ben malvarlığımı açıklamak istiyorum" dedi. Ben de açıkla dedim. Açıkladı: "Büyük, legolar, küçük legolar, Sünger Bob, Patrick ve Garfield, bir sürü cd, dergi, boyama kitabı, yapbozlar, oyuncak arabalar, vs."

"Boşver bu maddi şeyleri, onlardan daha önemli varlıklar vardır. Onurun, dürüstlüğün ve doğru sözlülüğün gibi." diye ekledim. "Eğer bu maddi varlıkları çalışarak, alınteri dökerek elde ettiysen onurlu ve dürüstsündür, maddi varlıklarını şeffaf bir şekilde açıklayabiliyorsan doğru sözlüsündür."

Son günlerde herkes mal beyanı konusunu konuşuyor. Kim açıkladı, kim açıklamadı, kim açıklayacak? Başka gelişmiş bir ülkede gündeme bile gelmeyecek bu konu ne yazik ki ülkemizde gündemi oluşturabiliyor. Oysa belli devlet görevine gelen herkesin tartışmaya gerek kalmaksızın mal varlığını açıklaması çok mu zor? Bu gelişmişliğin ve dürüst yönetimin bir göstergesidir. Varlıklarının hesabını verebilen herkesin mal varlığını rahatça açıklamasından daha doğal ne olabilir ki. Yok hesabını veremiyorsanız tabii ki o zaman açıklamaktan kaçınırsınız.

Ülkemizde toplumsal yapı son yirmi, yirmi beş yılda çok değişti. Saygınlık, bilgi, dürüstlük, çalışkanlık, doğruluk ile elde edilirken, karşımıza birdenbire muteber kişi diye çıkarılan kişilerde bu özelliklerin hiçbirini göremez olduk. Kaynağı belirsiz para sahipleri, kirli ilişkileri olan siyaset adamları, gazeteciler, bürokratlar ile kaplandı her yer. Aynı şekilde sanatta, sporda, toplumun birçok alanında bu tür kişilerle sık şekilde karşılaşmaya başladık. Gençler ne marka kot pantolon giydiklerine göre birbirlerini değerlendirirken, babaları arabalarına göre, anneleri de nerede tatil yaptıklarına göre ayrıştı. Herkes kolay para derdine düştü. Kimi çocuğumu manken yapayım, oyuncu yapayım derken, kimi futbol okullarına koştu. İyi yetişmiş bir mühendis ancak karnını doyurabilirken televizyona program yapıp her gün göbek atan bir kızımız program başına bu mühendisin bir yıllık maaşından fazlasını kazandı. Reality show adında pazarlanan bir takım yarışmalar da bu şöhret, kolay para peşindeki vatandaşlarımız için vesile oldu. Sonuca bakınca ise hepsinin medya maymununa çevrildikten sonra çöpe atıldıklarını, bir çoğunun hayatının mahvolduğunu gördük.

Son on beş yılda geçirdiğimiz üç büyük ekonomik kriz ise gelir dağılımını bozarken sosyal dokudaki yozlaşma ile birlikte toplumdaki tahribat çok büyük oldu. Bunun sonucunda insanlar çıkış yolu ararken bir takım dürüst olduğunu iddia eden muhafazakar partileri iktidara getirdi. Ancak gördük ki onlar da diğer politikalarını bir tarafa bırakın, daha mal varlıklarını bile açıklayamadılar.

Başarılı, çalışkan, dürüst, işini iyi yapan, doğru sözlü insanların muteber olduğu, iyi yönetilen, şeffaf bir ülkede yaşamak hepimizin hakkı. Bunu gerçekleştirmek de bizlerin elinde. Unutmayın ki küçücük bir kelebeğin kanat çırpışının yarattığı etki, kilometrelerce ötedeki ekosistemi etkileyebilir. Bizler de birey olarak önce kendi çevremizde belli değerlerin yerleşmesi için çaba gösterir, tepkimizi gösterirsek tüm toplumda bir ivme yaratarak bu değerleri yeniden yerleştirebiliriz.